Fotografik Düşünme Tarihi

Önemli kitapları arasında Sanatın Aktuel Tarihi, Çukurova Tıp Tarihi, Ben ve Kendim; Etem Çalışkan veya Abidin Dino Evine Dönüyor gibi çalışmaların yer aldığı Haluk Uygur; Fotografik Düşünme Tarihi isimli kitabında fotoğraf kavramına alışılmadık, farklı bir yerden bakıyor. Adana’da bulunan Mehmet Baltacı Fotoğraf Müzesi, Sinema Müzesi ve Yeşiloba Şehitlik Müzesi’nin kurucusu, fotoğraf alanında Puduhepa Bilim ve Sanat Onur Ödülü ve Çukurova Ödülü’nün de aralarında bulunduğu çok sayıda ödüle sahip Uygur, konusunu tarihi bir süreç içerisinde inceliyor. “Fotoğrafik Düşünme” diye isimlendirdiği bir kavramı ortaya atıyor. Fotoğraf makinesinin tarihini değil, bir düşünme sisteminin zamana uzanan öyküsünü, sanatın diğer alanlarında da etkileşim yaratacak bir çok düşünme faaliyetinin öyküsüyle birlikte anlatıyor.

Mehmet Emin Arıcı

‘FOTO’ VE ‘GRAFİ’NİN KADİM TARİHİ

- Fotoğrafik düşünme ne demek?

“Foto” ışık demek... “Grafi” de çizgi... Yani “fotoğraf” karanlığın üzerine ışıkla çizilen görüntüler anlamına geliyor. İnsanoğlu kendisinde sanat potansiyelini fark ettiği ilk günlerden itibaren, ışık ile gölgeyi buluşturarak görüntüler elde etti.

İnsanlık tarihinin en eski görsellerinin bulunduğu Altamira, Lascaux, Chouvet gibi karanlık mağaralarda, meşalelerden yayılan ışıkla duvara gölgeler düşürülerek görseller oluşturulduğu, ışıkla gösteriler yapıldığı biliniyor artık. Dolayısıyla ışığa dayalı görseller, yani fotoğrafik görüntüler elde etme düşüncesinin oluşması çok eskilere gidiyor.

Ancak hakim olan görüş, fotoğrafın 1826’da Nicephore Niepce tarafından icat edildiği, bu anlamda da 200 yıllık genç bir sanat olduğu şeklindedir. Bence bu eksik hatta yanlış bir bilgidir, üstelik bu bilgiye dayanarak fotoğraf kavramını düşünmek “fotoğraf”a yapılmış bir haksızlıktır.

IŞIKLA DÜŞÜNCEYİ ANLATMAK

- Yani fotoğrafı Niepce icat etmedi mi?

Fotoğraf; onu yapan kişinin duygu ve düşüncesinin, bir karanlık kutu - ki biz buna fotoğraf makinesi diyoruz - kullanılarak izleyiciye aktarılmasıdır. Yani “Fotoğraf” denilince iki şey akla gelir. Birincisi; “ışık ve gölgeyi buluşturarak, ben hangi duygumu, hangi düşüncemi başkalarına aktarabilirim” şeklindeki düşünme faaliyeti... İkincisi ise; “zihnimde oluşturduğum bu görüntüyü başkalarıyla nasıl paylaşırım” sorusuna verilecek yanıt.

Yukarıda da bahsettiğim gibi insanoğlu birinci soruya, sanat yeteneğini kazandığı günlerden beri cevap aramaya başlamış olmalı. İkinci sorunun cevabını ise; karanlık mağaralarda meşalelerle aydınlık yaratma bilgisinin izinden giderek, karanlık bir odanın ön duvarına ufak bir delik açmak suretiyle, karşı duvarda görüntü oluşturmakta bulmuş.

İlk fotoğraf makinesi sayılan bu düzeneğin M.Ö 500 yıllarında Çinli bir filozof olan Mo-Ti tarafından kullanıldığını biliyoruz. Ve o zamandan beri bu düzenek gittikçe geliştirilerek, ışıkla düşünceyi anlatmak için kullanıldı.

Daha sonraki yıllarda, deliğin önüne merceklerden oluşan bir düzenek konuldu, içeriye aynalar yerleştirilmek suretiyle boyutu küçültülüp taşınabilir bir kutu haline getirildi. İç içe kutular planlanarak, günümüzde zoom yapma özelliği diye bilinen şey keşfedildi. Bunlar yapılırken Niepce’nin annesinin 5. kuşaktan annesi henüz doğmamıştı.

KARANLIK ODA!

- Peki Niepce’nin icat ettiği nedir?

O karanlık kutunun yani fotoğraf makinesinin arka duvarına düşen görüntünün, bir levha üzerine tespit edilmesini icat etti sadece. Böylece fotoğrafik düşünmenin oluşturduğu görüntüyü, başka birine gösterebilmenin yeni bir yöntemi ortaya konulmuş oldu.

Halbuki dediğim gibi, fotoğraf kavramının temeli olan iki şey de, yani fotoğrafik düşünme de, fotoğraf makinesinin kendisi de binlerce yıldır bilinen bir şeydi ve kullanılıyordu.

Da Vinci’nin perspektif çalışmaları, Brunelleschi’nin çalışmalarını izleyen Papa Gregorius’un Santa Maria del Fiore Kilisesi’ni bir karanlık oda haline getirerek günümüzde kullandığımız Gregoryen Takvimi icat etmesi, Kepler’in matematik problemlerini çözmesi gibi bir çok önemli değişimleri bu kullanımlar arasında sayabiliriz.

‘KOPYA, SANAT OLAMAZ AMA...’

- Fotoğrafın icadının Niepce’ye mal edilmesine, bu binlerce yıllık faaliyetin görmezden gelinmesi sonucunu doğuracağı nedeniyle mi karşı çıkıyorsunuz?

Tabi ki bu büyük bir tehlike... Ama daha büyük tehlike, ışıkla gölgenin buluşmasına dayalı bir düşünme faaliyetini - ki ben buna fotoğraf diyorum - yok sayıp, fotoğrafı sadece bir tekniğe indirgemesidir. Sanat düşüncenin içindedir halbuki... Ve fotoğrafik düşünme binlerce yıldır vardır. Dolayısıyla fotoğrafa 200 yıllık genç sanat demek haksızlıktır.

- Fotoğraf doğadaki bir görüntüyü, fotoğraf makinesi içinde kopyalamak değil mi zaten Kopyalanmış bir görüntü nasıl sanat olur?

Evet, fotoğraf; teknolojisinin özelliğine bağlı olarak göstereceği şeyin doğadaki bir nesneden kopya edilmesine mahkûmdur. Bir çok fotoğrafçeker sizin dediğiniz gibi yapıyor ve deklanşör dokunuşuyla doğadan bir kopya çıkarıyor. Bazen bu kopya ustaca da çıkarılsa nihayetinde sizin de dediğiniz gibi, sadece bir kopya... Ve bir kopya sanat olamaz.

Ama fotoğrafı duygu ve düşüncesini aktarmak için bir teknik araç olarak gören bazı fotoğrafçılar, bunun için özel yöntemler, düşünülmüş aydınlatmalar, çekim öncesi ve çekim sonrası müdahaleler yaparak, nesnel görüntüyü duygu ve düşüncelerini anlatabilecek başka bir biçime sokuyorlar.

‘FOTOGRAFİK YENİDEN YARATIM’

İş duygu ve düşünceyi anlatma şekline dönünce sanat başlıyor. Artık fotoğraftaki o nesnel görüntü, doğadaki nesnenin kendisi değil, fotoğrafik düşünmeyi ortaya koyan bir araç haline gelmiştir.

Ben buna “fotografik yeniden yaratım” diyorum. Fotoğraf bir yeniden yaratım sanatıdır bu anlamda. İşte fotografik düşünmenin tarihi aynı zamanda bu yeniden yaratımı yapan zihinlerin de tarihidir. Kitabımda bununla ilgili bir çok sanatçıdan örnek veriyorum zaten.

- Evet bu çok dikkat çekici... Kitabınızda hem fotoğraf hem de diğer sanat tekniklerinin ustalarından bahsedip, onların düşünme faaliyetlerini örnekleriyle ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Örneğin Man Ray gibi hem fotoğrafçı, hem ressam, hem de sinemacı ustalardan bahsedip, fotoğrafın diğer sanatlarla iç içe geçmişliğini anlatıyorsunuz.

Bence sanat multidisipliner (çok alanlı) bir düşünme faaliyetidir. Yani duvara astığımız bir resim veya ortaya konan bir roman değildir sanat olan. Onlar “sanat ürünü”dür. Sanat olan onları yaratan beyinin düşünme sistematiğidir. Ve bu düşünme faaliyeti sadece, sanatın bir disiplininin teknolojik sınırına mahkum edilirse yarım bir dil olarak kalır. Bu mahkûmiyet her şeyi anlatmamıza engeldir.

Bunu fark eden sanatçılar farklı disiplinleri birlikte kullanmışlar. Örneğin Picasso hem resim yapmış, hem heykel. Işıkla boyama tekniğini kullanarak fotoğrafa bile bulaşmış. Nazım Hikmet şair olduğu kadar da ressam. Onun şiirlerini okurken, sanki bir resmi seyrediyormuş gibi hissedersiniz. Sanat tarihi içerisinde buna benzer bir çok örnek görüyoruz.

Man Ray de böyle bir fotoğrafçı. Örneğin; arkadan görünen çıplak bir kadın fotoğrafının üzerine, kurşun kalemle kemanın deliklerini ifade edecek bir şekilde “f” harfine benzeyen şekiller çizerek, kadın vücudunu kemana benzetip, çıplaklığa yeni bir anlam üretmiştir.

Yapıtına “Ingres’in Kemanı” ismini vererek, fotoğrafıyla önemli ressam Jean Auguste Dominique Ingres’in “Odalık” adlı eseriyle ilişki kurmuş, böylece anlamı daha da derinlere taşımıştır. Yani yapıtta fotoğraf ve resim birlikte kullanılmıştır. Kitabımda bunun gibi bir çok öyküyü daha derinden inceliyorum.

Fotografik Düşünme Tarihi / Haluk Uygur / Karahan Kitabevi / 152 s. / 2020.