Flaubert 200 yaşında!
Flaubert deyince, iri yapılı, yarı çıplak başlı, pala bıyıklı bir yüz gelir hatıra. Üne ulaşamamış Flaubert’in yüzüdür o. Jean d’Ormesson onu Fransız edebiyatının “Viking”i olarak tanımlamıştır. Oscar Wilde ise “Flaubert benim ustamdır”, demiştir. Bir seferinde de şunları söylemiştir: “Flaubert, Fransız düzyazını yazmadı; yazdığı, rastlantı sonucu Fransız olarak doğan büyük bir sanatçının düz yazısıydı.” (Çev. S. Rıfat, E. Gökteke).
Zeynel Kıran
Grafik: RAGNI URIBVA
Tahsin Yücel’in anısına
Émile Zola, Guy de Maupassant, Goncourt kardeşlerle olan dostluğuna karşın Flaubert’i “gerçekçiler” ya da “doğalcılar” arasına yerleştirmek zordur.
O, bütün isimlendirmelere karşıydı. Katı bireyselci olarak yazınsal ekollerden uzak duruyordu. Kendi estetik anlayışına göre, “gerçekçilik” yazdığı romanlar için bir atlama tahtasından başka bir şey değildi.
Yüzünü bilerek ve isteyerek klasisizme dönen Flaubert aslında utangaç bir romantikti. André Gide’in deyişi ile “evcilleştirilmiş” bir romantikti.
Flaubert çok genç yaşta dünyayı fethetmenin yazmaktan geçtiğini fark etti. Aynı dönemde sara hastalığı da ortaya çıkınca yaşamdan neredeyse vazgeçti, Croisset’deki evine yerleşti. Burada kendini tamamen yazmaya vererek, sanatçı bilincinin titizliği ve analitik zekâsı ile evrensel romanın en usta kalemlerinden biri oldu.
FLAUBERT: ‘BALZAC’TAN ÖNCE FRANSIZ EDEBİYATI YOKTU!’
Flaubert elbette bir keşiş değildi; hava değişimi bahanesi ile sık sık Paris’e dostları Victor Hugo’yu, İvan Turgenev’i, Georges Sand’ı, metresi Louise Collet’yi görmeye gidiyordu.
Honoré de Balzac’ı çok severdi. Edmond Goncourt’a yazdığı bir mektupta, “Balzac’tan önce Fransız Edebiyatı yoktu”, deyip çıkar. Kendini biçem ve sanat anlayışı açısından hiç tanışmadığı Stéphane Mallarmé’ye yakın hissediyordu.
Flaubert, 12 Aralık 1881’de Rouen’da dünyaya geldi ve 1880’de, elli dokuz yaşında beyin kanamasından öldü. Yazları ailece daha çok varlıklı insanların tatil yaptıkları küçük bir balıkçı kasabası olan Trouville’e giderlerdi.
‘BİR DELİKANLININ ROMANI: GÖNÜL EĞİTİMİ’
Bir yaz, henüz on beş yaşındayken bir müzik editörünün karısı Elisa Schélinger ile karşılaşır. Yirmi yıl sonra bu rastlantı ona belki de romanlarının en güzeli Bir Delikanlının Romanı: Gönül Eğitimi’nin (Çev. Cemal Süreyya / İlke Kitap) esin kaynağı olacaktır.
Paris’de öğrenci olan Frédéric Moreau’nun ilk görüşte aşık olduğu Madame Arnoux, Elisa Schélinger’in kendisidir.
Flaubert, yine bir hava değişimi sırasında Paris’de heykeltraş James Pradier’nin evinde kendisinden on yaş büyük Louise Colet ile tanışır. Colet vasat bir şair ama çok güzel bir kadındır. Flaubert in düşünme, gözlem ve çözümleme yeteneklerini geliştirmesinde çok yardımcı olmuştur.
Kimi özellikleri ile Madame Bovary’de okuyucunun karşısına çıkar. Fırtınalı birliktelikleri on yıl sürse de Elisa Schélinger, Flaubert’e vefalı bir dert ortağı olmaya devam edecektir.
YAŞAMINDA ARKADAŞLIĞIN YERİ ÇOK ÖNEMLİYDİ!
Flaubert’in yaşamında arkadaşlığın yeri çok önemlidir. Ernest Chevalier, Alfred Le Poittevin, Louis Bouilhet ve Maxime du Camp yakın arkadaşlarından bazılarıdır. Örneğin Madame Bovary’i Louis Bouilhet’ye ithaf etmiştir.
Arkadaşlarından Alfred Le Poittevin’i 1848’de kaybeder; oysa birlikte Aziz Antoine ve Şeytan başlıklı bir kitap yazma tasarıları vardı. Flaubert bir İtalya yolcuğu sırasında, Cenova’da Pieter Bruegel’in Aziz Antoine tablosu karşısında büyülenir. İtalya dönüşü bu tablodan esinlenerek bu kitabı yazar, el yazmalarını da Bouillhet ve du Camp’a okur. Arkadaşları kitabı hiç beğenmezler, hemen onu yakmasını söylerler.
ANLATISINDA KAYBOLDUĞU ROMANI; MADAM BOVARY!
“Sen bu tarih merakını ve aşarı lirizmini bir kenara bırak da güncel bir olayı ele al”, derler. Bu olay da babasının eski bir öğrencisi Dr. Delamare’ın karısının gazetedeki intihar haberidir. Böylece, Madame Bovary’nin esin kaynağı belli olmuştur.
Aynı dönemde Flaubert, du Campe ile Mısır, Lübnan, Filistin ve Türkiye’yi de içine alan bir Doğu yolculuğuna çıkarlar. Yazar dönüşte Croisset’deki evine kapanarak beş yıl geceli gündüzlü bir çalışmayla Madame Bovary’i (Çev. Tahsin Yücel, Can Yay.) bitirir.
Bu roman yazarının anlatısından kaybolduğu nesnel bir romandır. Yapıt birinci tekil kişi “ben” ile değil de birinci çoğul kişi “biz” ile başlar, bir başka anlatımla dış öyküsel anlatıcı “biz” diyerek olayları anlatmaya başlar. Flaubert, “Yaratan sanatçı Tanrıyı örnek almalıdır: Yapmalı ve susmalıdır,” der.
GERÇEKLİĞİN ÖTESİNE GEÇEN ÖLÜMSÜZ EMMA!
Roman 1857’de yayımlanır, ancak yakın çevresinden aldığı tepkiler ilginçtir. Du Camp romanın yararsız bir sürü şeyle dolu olduğunu söylerken, Monseigneur Dupanloup, “tam bir başyapıt”, der. Lamartine, kusurlarına karşın Emma’nın ölümünü acımasız, bulur.
Baudelaire ise, Emma’nın yaşadığı çevrenin üstünde olduğunu söyleyerek bu zavallı taşralı kızın bir Lady Macbeth olduğunu belirtir. Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’ni yargılayan Ernest Pinard, Madame Bovary’i de genel ahlak kurallarına aykırılıktan yargılar, ama sonunda Flaubert aklanır.
Kurmaca, yani roman gerçekliğinin içinde yaşanılanın dış dünya gerçekliğini aşabileceğini öngören Flaubert, Colet’ye yazdığı mektupta şunları söyler: “Ben acılar içinde kıvranıyorum ve öleceğim, ama bu orospu Emma sonsuza dek yaşayacak.”
Grafik: RAGNI URIBVA
VASİYETNAMESİ: ‘BİLİRBİLMEZLER: BOUVARD VE PECUCHET’
Bilirbilmezler: Bouvard ve Pécuchet (Çev. Tahsin Yücel, Can Yay.) Flaubert’in son romanıdır. Georges Sand’a 1876’da yazdığı mektubunda, “Bu kitabı bitirmeden ölmek istemiyorum, çünkü bu benim vasiyetnamem” demiştir.
Flaubert uzmanlarına göre, bu romanın kökenleri yazarın ilk gençliğine dek uzanır. Daha on altı yaşında Colibri adlı bir dergide, 1837’de yayınladığı bir öyküsünde görünen yazıcı (kâtip) son romanına adını veren Bouvard ve Pécuchet’nin bir örnekçesidir.
Yazarın hem ilk hem son yapıtı olduğu, dolayısıyla tüm yazarlık yaşamına yayıldığı söylenebilir. Tahsin Yücel’in deyişiyle “Bouvard ve Pécuchet, Flaubert’in yapıtlarının en Flauberteçisi”dir.
Yazık ki Flaubert uzmanları bunu “Mademe Bovary, benim!” sözü üzerine uzun yorumlara girişirler de, “Bouvard ve Pécuchet benliğimi öylesine doldurur ki, onlar olup çıktım. Budalalıkları, benim budalalığım, bu da beni gebertiyor,” sözü üzerinde pek durmazlar.
Oysa, “Madame Bovary, benim!” kesinlemesi karşısında sık sık sorulmuş olan soru, bu sözler karşısında da sorulabilir: Flaubert bu kişilerle kendisini nasıl özdeşleştirebilir?
SALT BİÇİMİ ARAYARAK GÜZELE ULAŞMAYI AMAÇLADI!
Flaubert, Bilirbilmezler: Bouvard ve Pécuchet üzerinde çalışırken bir süre ara vererek Üç Hikâye (Çev. Asım Bezirci, Büyülüdağ Yay.) başlıklı kitabını yazar.
Flaubert sürekli olarak dilin şiirselliğinde doğru sözcükleri, doğru sesleri, salt biçimi arayarak güzele ulaşmayı amaçlar.
Romanlarının her birinin yazılmasının ne kadar uzun sürdüğü işte bu titizliğinden anlaşılmaktadır. “Düşünce mükemmel bir biçimde anlatılmalıdır, bu da ancak çok çalışarak gerçekleştirilir” der yazar.
ROMANIN MADDESİ ÜZERİNDE ROMANCI GİBİ DEĞİL ŞAİR GİBİ ÇALIŞTI!
Flaubert ile roman yeni bir anlam kazanmıştır. Şiiri ile düzyazıyı birleştirmek için şiirden düzyazıya geçen Baudelaire gibi; Flaubert ise bunun tersini yapmıştır. Romanın maddesi üzerinde bir romancı gibi değil de bir şair gibi çalışmıştır.
Yine eski sevgilisi Colet’ye yazdığı bir mektubunda, “Lirik biri olarak doğmuşum, ama dizeler yazamıyorum” diye hayıflanmıştır.
Flaubert hep “bir şey üzerine olmayan bir kitap” yazmayı düşlemiştir, bu da ancak biçemin kendi iç dinamiği ile gerçekleşebilir.
Bunları okuyunca Flaubert’in romanlarını “sanat sanat içindir” ilkesi ile yazdığını sanmayın. Yazarak dünyayı fetih etmek, onun için yoldan sapmak anlamına gelmez. Yazmak, bu dünyayı yeniden sunmak, hayatın kendisinden daha gerçek, ölümsüz bir sanat eseri yaratmak içindir.
ÖYKÜLEMEYİ YEĞLEYEREK, BİÇEM VE BİÇİMİ ÖNCELEYEREK ROMANA YENİLİK GETİRDİ
Sonuç olarak Flaubert’in romana getirdiği yenilik, öykünün yerine öykülemeyi yeğleyerek biçem ve biçime ayrıcalık tanımasından kaynaklanır.
Onun gözünde romancı bir öykü anlatıcısı değildir. Tüm öyküler değerlidir: “Bir bitin öyküsü Alexandra’nın öyküsünden daha güzel olabilir. Önemli olan onu anlatma biçimidir”.
Flaubert’e göre biçem, kendi başına nesneleri görmenin tek mutlak biçimidir. Onun bu biçimselden ve biçemden yana tutumu Marcel Proust, Franz Kafka, William Faulkner, James Joyce ve Thomas Mann gibi büyük yazarların esin kaynağı olacaktır.