Eski tüfek komünistin bellek ayarları! (16.12.2021)

17 Kasım 2013'te yaşama veda eden Nobel ödüllü Doris Lessing'in otobiyografisinin birinci cildi “Tenimin Altında (1919-1949)” ve ikinci cildi “Gölgede Yürümek (1949-1962)” adını taşıyordu. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Anılar başlığı altında yayımlanan kitapta ise bu iki cilt birlikte sunuluyor.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

17 Kasım 2013'te yaşama veda eden Nobel ödüllü Doris Lessing'in otobiyografisinin birinci cildi “Tenimin Altında (1919-1949)” ve ikinci cildi “Gölgede Yürümek (1949-1962)” adını taşıyordu. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Anılar başlığı altında yayımlanan kitapta ise bu iki cilt birlikte sunuluyor.

Güney Rodezya’dan ayrıldığı 1949'a kadarki yaşamını ilk bölümünden sonuna kadar, düzenli ilerlemeler şeklinde yansıttığı birinci cildi, tökezlemeden ve bilinç engelleriyle karşılaşmadan yazan Lessing, gerçeklerde bir oynama yapmamış.

Fakat bunu ikinci ciltte yapabiliyor mu, tartışılır. Gerçekten kopmuyor ama artan bir oranda sakınmalar mevcut. “Küçük çapta büyük olaylara karıştım” diyen ve tarihi koşullu bir saygıyla okuyan Lessing'in yazımı da bu yönde.

Tarihin kendisinin de kapıldığını düşündüğü çılgınlık anlarında - özellikle savaşlar ve komünist geçmişi için bu nitelemeyi kullanıyor - yaşadığı anlarının karşısına geçtiği bir özeleştiri de kitabı.

Geçmişteki hallerine giderek daha mesafeli ve başkalarının gözünden bakmaya çalışıyor. Bellek oyunlarının bereketini gördüğü bir yolculuk kitabı. Metnine de yansıyor bu.

Çocukluk disiplinlerinin yetişkinlik hallerini nasıl belirlediği malum. Lessing'in de otobiyografisinde yola çıktığı, ortaya koyduğu ilk bağlam bu.

1919'da dünyaya geldiği İran'da beş yıl boyunca Kraliyet Bankası’nda, önce Kirmanşah’ta şube müdürlüğü yapan babası Alfred Cook Tayler'ı, Birinci Dünya Savaşı'nda bir ayağını kaybetmiş, kariyerinde de sakata çıkmış bir adam, sığınağı ve müttefiki; annesi Emily Maude Tayler'ı ise soğuk, baskıcı, disiplinli, müzmin eleştirel bir figür olarak yazıyor.

Kendisini bildi bileli sancılı ilişkisi sevgi-nefret düzleminde gelgitli annesinden endişeli bir kaçış içinde ve ona isyan hali teyakkuz boyutunda. Bu duygusu okumayı hayli süre Freudyen bir halle adeta sergüzeşt kılıyor.

Öyle ki otobiyografisinin aslan payı önce annesine ve komünizme, sonra da yapıtları ve aşklarına ait demek yanlış olmaz. İlginçtir çocuklarını ise hemen hiç yazmamış.

ANNESİ GÜNAH KEÇİSİ!

Tüm hayatını her türlü otoriteye karşı olan insanlarla geçiren Lessing, ne kadar kızsa da benliğindeki otoriteye direnme duygusunu annesinden esinlediğini yadsıyamıyor.

Annesiyle babasının isyanı ve kederini ruhu kâğıt gibi emen bir çocuğun duyusal sübjektif deneyimini yansıtırken bunlar itici gücü oluyor.

Annesini sıkça anımsıyor ve davranışlarının kökeninde onun izini sürüyor hatta günah keçisi kılıyor.

Gerek muhalif tavrının gerek erkeklerle ilişkilerinin, terk ettiği ilk eşi ve iki çocuğuna reva gördüklerinin ardından ne zaman günah çıkarmak istese sözü bir şekilde annesine getiriyor.

İran’ı yozlaşmış bulsa da İngiltere’yi de ölünceye kadar halkına verdiği sözleri tutmayan, insani iyiliğe inanmayan bir ülke olarak gören babasının hatıralarını D. H. Lawrence’in Sons and Lovers veya The White Peacock kitaplarına benzetirken; annesini ise Ann Veronica veya Bernard Shaw’un kadınlarıyla özdeşleştiriyor.

“HEPİMİZİ SAVAŞ YARATTI, BÜKTÜ VE ÇARPITTI!”

İran'dan sonra Tayler ailesi için Rodezya dönemi başlar. Bin dönümlük bir çiftlik arazisinde daima borç içinde yaşadıkları bu dönem, Lessing'in hayal dünyasını olağanüstü geliştiren bir deneyim olur.

Doğanın kucağında sayısız kitap okur. Öte yandan çiftlik işlerinde, rutininde ustalaşır - ki sonraları The Grass is Singing (1950), African Stories (1964) bu deneyimlerinin en yetkin yansıması olarak ifadesini bulacaktır -.

Otobiyografisinde Birinci Dünya Savaşı ile büyütülmüş ve İkinci Dünya Savaşı’yla şekillendirilen nesilden biri olarak dünyanın her yerini sarmış/saran savaşlardan insanlığın hiç ama hiç ders almadığını sık sık dile getiriyor yazar.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmeyen hasarının Avrupa'ya faturasını süregelen ikinci sınıflık, karışıklık ve âcizlik olarak çıkarıyor.

Yitmeyen karanlık, korku ve kederin tam doz yetişkin acılarını özellikle savaşın sakat bıraktığı babasının durumuyla özdeşleştiriyor:

“Hepimizi savaş yarattı, savaş büktü ve çarpıttı ama bunu unutmuş gibi görünüyoruz.”

“BİRÇOK ROMAN İYİ BİR BİYOGRAFİYİ GEÇEMEZ”

Otobiyografi yazmasının temel amacı kendi hayatına sahip çıkmaya ama bunu gerçekten, gerçeklikten kopmadan yapmaya çalışmak.

Otobiyografi tanımı da şöyle; “Bu zor bir iş, sanki yarı-karanlıkta düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürüyorsunuz ama her an bir projektörün yakılabileceğini biliyorsunuz. Gerçekten güzel yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir? Birçok roman, iyi bir biyografiyi geçemez.”

Rüyalar aracılığıyla yazılı bir tür kişisel tarih, bir otobiyografi girişimi olarak nitelediği Memoirs of a Survivor (Hayatta Kalan Birinin Anıları) özellikle bu açıdan önemli mesela.

Hem annesinden dünyasına sızanları hem de dönemin bol ölümlü yap-boz siyasi evreninin kendisindeki izdüşümlerini aktarır zira.

Lessign'in duvarının arkasında, iki farklı türde bellek oynatılır, seri halinde rüyalar gibi. Bir tarafta genel birçok insan tarafından paylaşılan toplumsal hayaller, diğer tarafta ise kişisel anılar, kişisel hayaller söz konusudur. Biraz da bu nedenle yaşamının erken döneminde savaşı zihninde öteler.

Zihninde, kısmen edebiyattan, kısmen fiilen yaşadığı hayattaki gözlemlerinden oluşan ütopyalarda yaşar.

Yarattığı harika ve sevecen toplumlara siyah insanları, özellikle de siyah çocukları ekler. Kimsenin savaşa gitmediği, iyi kalpli, sevecen, mutlu, siyah, esmer, beyaz insanları hep birlikte düşler. Parlak geleceklerle ilgili hayaller kurar. Yıllar sonra yırtıp atacağı kısa hikâyeler yazar.

AŞK, SEKS, ATEİZM VE GAMSIZ TIGGER!

Savaşlar, tiranlar, hastalıklar, felaketlerle kavrulmuş karanlık sicilli tarih geleceğe karşı onu kuşkusuz hep temkinli kılmış.

Bu noktada vakti zamanında bir toplu hayalin veya çılgınlığın parçası, kitlesel inançlar ve saplantıların müritlerinden sadece biri olduğunu sıklıkla vurgulayarak özeleştiriden bir adım öteye geçerek biraz fazlaca - hatta seri halde - günah çıkarıyor Lessing.

Aşk, seks konumlanıyor metnine derken. Dinden ayrılmasına ve Ateist olmasına getiriyor sözü sonra. Ruh zayıflıkları ve ahlaki korkaklıkları yüzünden dindarları küçümsediğini itiraf ediyor. Bir de kendisini Aydınlanma'nın değerlerinin mirasçısı saymasının da bunda etkisi olduğunu ifade ediyor.

Ateistliği ve agnostikliği dini madalyalar gibi taşıyabildiği Frank'le evlenen Doris Lessing, Frank'i ve çocukları John ve Jean'i Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde bir çavuş uğruna terk edecektir. Bir süre sonra ise hastalanan yazar, o dönem sadece şiir yazar, dizelerinin ritmini melankoli belirler.

Lessing'in okuma boyu zaman zaman devreye giren gamsız alter egosu Tigger da kitaba yer yer eşlik eden bir figür olarak beliriyor. Lessing nerede tökezlese Tigger gülüyor, eğleniyor hani neredeyse dünya yansa umrunda değil.

RUSLAR DAĞARINA GÖKGÜRÜLTÜSÜ GİBİ DÜŞER

“Roman, öykü, hatta bir dize şiir hasılı edebiyat her ama her daim imparatorlukları yıkabilecek güçtedir.” diyen Nobelli yazarın kitaplarla ilişkisine, kitap evrenine gelince...

Dickens, Kipling, Shaw, Wells, Wilde, Carlyle, Ruskin, Renan'ı tekrar tekrar okur. Ann Bridge'i ve sevgisi daim Virginia Woolf'u adeta hatmeder. Stapledon'un Last and First Men'ini, Beverly Nichols, Aldous Huxley, Sholokov, Priestley ve Dornford Yates'in eserleriyle birlikte okur.

Ruslar ise dağarına gökgürültüsü gibi düşer; Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Turgenyev, Bunin. Sonra Proust, Mann, “müttefikim ve bulundukları yerde çakılıp kalan insanların yazarı” dediği Stendhal...

Kendini bildi bileli hayal kurmasına yardım etsin diye de okur. Onu sarsarak uyandıran ise, kendisine “Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir düşünceler dünyası vardı ve ben cahildim” dedirten H.G. Wells'in, The Shape of Things To Come kitabı olur. D.H. Lawrence'ı da derinlemesine okur.

HAYATININ EN NEVROTİK HAREKETİ; KOMÜNİZM!

Frank ve çocukları terk ettiği dönemde Almanya'nın Polonya'yı işgal edişiyle öfke, korku ve şaşkınlık duygusu şiddetlenen Doris Lessing artık komünisttir! Dönemin ruhu, Zeitgest onu komünist kılar!

Komünizmi bir yol hikâyesi olarak hayli eleştirel ve özeleştirel olarak uzun uzun yazıyor Lessing, bir eski tüfek yoldaşlarının deyişiyle “izne çıkmış ölü” olarak.

Komünist Partisi’ne katılmaya karar vermesini hayatının en nevrotik hareketi olarak niteleyen Lessing'in çok sonraları söyleyecekleri de komünizme dair yıllar içinde geldiği noktayı gayet net ortaya koyar:

“O zaman çok toydum. Pişmemiştim... Gelişmemiştim... Olgunlaşmamıştım... Şunu bilin. Pişmemiştim. Aslında biz, üstümüze düşen rolümüzü oynuyorduk. Oyun, Fransız Devrimi ve Rus Devrimi tarafından yazılmıştı ve biz repliklere ses veren kuklalardık.

İşçi sınıfı - veya siyahiler ya da zarar görmüş insanlar - iktidara geldiği zaman, sadece en temiz ve en önyargısız ideallerle hareket edeceklerinden emindik. İnandığımız onca saçma şey arasında bu herhalde en kötüsüydü.

Bu süreçten geçen epeyce insan tanıdım. Önce sadık komünist olunuyor, sonra Arthur Koestler tarafından 'bozuk paraların cebinizden teker teker düşmesi gibi' (paraların fikirlerle özdeşleştirilmesi çok ilginç) çeşitli derecelerde kuşku yaşanıyor, sonra üzüntü veya depresyon, en sonunda da inanç kaybı.

Çoğu insan komünizmden, Parti’den ağır ağır uzaklaştı. Bu durum bazı insanlara acı vermedi. Bana da vermedi. Komünizme hiçbir zaman bütün benliğimle bağlanmamıştım. Besbelli bir çeşit toplu cinnetti, toplu çıldırmaydı.

İnanç: İşte kelime bu. Bu dini bir kafa yapısıydı. Bize Hıristiyanlığın ruhsal çerçevesi miras kalmıştı. Cehennem: Kapitalizm; her şeyiyle kötü. Kurtarıcı -Lenin, Stalin, Mao-; her şeyiyle iyi. Temizlenme: Yumurta kırmadan omlet yapamazsınız -tanklar, toplama kampları ve diğer her şey-.

Sonra cennet ... Sonra mutluluk... Sonra ütopya. Ancak ben hiç de gerçekten inançlı biri değildim.”

ILYA EHRENBURG VE HAYALKIRIKLIĞI

Bu noktada Lessing'in tüm kitapları içinde en otobiyografik olanı olarak nitelediği ve “Bir komünistin veya solcu bir grubun yöntemleriyle ilgileniyorsanız, bu kitapta her şeyi bulabilirsiniz” dediği, Children of Violence dizisinin (Martha Quest, A Proper Marriage, A Ripple from the Storm, Landlocked, The Four-Gated City) üçüncü kitabı A Ripple From the Storm'unu da anmadan geçmemeli.

Kitap adını, Stalin'in arkadaşı ve özellikle Fırtına adlı romanıyla fırtınalar estiren ünlü Rus yazar İlya Ehrenburg'dan alır. Ve Lessing Ehrenburg'a dair bir hayalkırıklığı içindedir: “Biz, kötü Almanlar olduğu kadar iyi Almanlar olduğunda ısrar etmeyi sürdürüyorduk ve o da aynen bu görüşteydi. Ama sonra, Stalin'den gelen baskı neticesinde, fikir değiştirdi”

Komünist ülkelerdeki gerçek komünist partilerle veya Avrupa’daki oturmuş komünist partilerle hiçbir ortak yanları yoktu. Onlarınki otantik bir alevdi, içlerinde Lenin’in Ruhu yaşıyordu, her an idam mangasının karşısında kurşuna dizilecekmiş gibi yaşıyor ve konuşuyorlardı: “Komünist izne çıkmış ölü bir adamdır.”

Herkesin okuduğu kitaplar arasında başı çekenler, Gazap Üzümleri, Love On The Dole, Vadim O Kadar Yeşildi Ki; oyunlar arasında da Waiting For Lefty ile Lillian Hellman’ın oyunlarıydı.

TEK YOL PROLETER EDEBİYAT!

Devrime inanmayan hemen herkesi küçümsüyorlardı. O kadar ki devrime inanmak ahlaki olarak üstünlüktü ve inanmayanlar, en azından korkaktı. Sosyalizme inanmayan insanlar iyi niyetli değildi. İnsanların duyguları veya dürtüleriyle ilgilenmek Freudculuk ve gericilikti ve yalnızca proleter edebiyat doğruydu.

Lessing'in önemli bir tespiti de Parti'nin yoldaşlarının doğasını ıskalamaktaki maharetine dair:

“Bize sadece Mayakovski’ye ve Gorki’ye, sadece proleter geçmişi olan yazarlara hayran olmamızı tavsiye ediliyordu ama sorun şuydu ki, edebiyatın oluşturduğu ve manevi anne-babalarını aforoz etmeye hazır olmayan insanlardan bahsediyorlardı.

Şimdi küçümsememiz söylenen yazarları beğendiğimizi itiraf etmek için kullandığımız yöntemleri çok takdir ediyorum.

Lawrence? Şey, o bir madencinin oğluydu, değil mi? Eliot? Burjuvazinin çöküşünü tarif ediyordu. Yeats? İrlandalıydı, halkı baskı altındaydı. Virginia Woolf? O bir kadındı. Orwell? O dönemde partinin hakaretlerine uğruyordu çünkü İspanya hakkındaki gerçekleri anlatmıştı. İşin kötüsü, bazılarımız ona hayrandık.

Bunu nasıl aştık? Unuttum. Ama zahmet etmeyin, politik doğruculuk Marksist diyalektiğin ürünü, düşünce tarzını göstermektedir.”

KRAVÇENKO VE TERS KÖŞE DORİS!

Soğuk Savaş döneminde aniden istenmeyen insanlar haline gelirler. Birdenbire eski arkadaşlar ve tanıdıklar karşılaşınca yollarını değiştirmeye başlar.

O dönemlerde yayımlanan, Kravçenko’nun yazdığı, Sovyetler Birliği’ni tiranlık olarak niteleyen ve ezberlerini hayli bozan Hürriyeti Seçtim kitabıyla beyninin tersyüz edildiğini, ters köşe olduğunu hisseder Doris Lessing.

Bu süreçte Parti'de gelişen anlaşmazlıklar öyle ileri boyuta ulaşır ki çizgiyi, adeta deprem anında sismografta oluşan zikzaklara benzetir Lessing.

1954'e gelindiğinde artık komünist değildir, ama 1956'da Parti’yi hâlâ ıslah edilebilecek ve Sovyetlerin zararlı etkilerinden kurtarılabilecek bir şey olarak görür.

Görüşlerinin haritası çıkarılacak olsaydı, daha çok bir Troçkist olarak tanımlanması gerekirdi ve kuşkusuz herhangi bir komünist ülkede, düşündüklerinin yüzde birini söylese, anında vurulurdu:

“İnsanın bağlı kalabileceği herhangi bir felsefenin olmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Marksizm artık felsefe değil, ülkeden ülkeye değişen bir yönetim sistemi. Ki bu iyi bir şey. Elli yıldan uzun süre dayanan bir felsefe kötü olmalı, çünkü her şey çok hızlı değişiyor. Ben bir sosyalist olduğumu biliyorum ve zamanı geldiğinde devrim yapılması gerektiğine inanıyorum.”

Parti'den tam anlamıyla ise 1960’ların başında kopar. Yazarlığı onu özgür kılmıştır.

KÖTÜNÜN BETERE KARŞI SAVAŞI!

1940'lara dönersek, milyonlarca insanın kasten, sistematik bir şekilde öldürülmesi, sistematik işkence, gaz odaları, toplama kampları, soykırım, etnik temizlik sürüp giderken Lessing'in ve yoldaşlarının zihnindeki dünya haritası hâlâ masumdur. Onlara göre bu, kötünün betere karşı savaşıdır.

Bu dönemde Avrupa’daki Yahudilere neler olduğunu anlamaya başlamaları ise çok uzun sürmez. 1943’te Güney Rodezya vatandaşı, Yahudi Gottfried Lessing’le evlenir. Bir oğulları olur. Türkü Söylüyor Otlar’ı, bazı kısa hikâyeleri ve şiirleri bu dönemde yazar.

1947-1948’i hayatının en kötü dönemi olarak anan Lessing, hiç durmadan okur. Bitmez görünen o karanlığın kurbanlarına Going Home’da değinir. Şiirlere gömülür, Eliot veya Yeats’ten dizelerle yaşar. Proust'un evreniyle çevreler zihnini.

1948'te boşanır. Bir süre yoksul bir hayat sürer, ancak Londra’ya gittikten on yıl sonra ortalama bir işçinin aldığı maaş kadar para kazanabilir.

Açık ve basit bir dille Martha Quest’i yazar. İlerleyen süreçte casusluk yaptıkları için elektrikli sandalyede idam edilecek olan Rosenberg’ler için bir dilekçe düzenler. Yoldaşlarının aksine suçlu olduklarını düşünse de küçük çocukları olduğu için idamlarına karşıdır.

1940'LAR ÇELİŞKİLERLE DOLU BİR DÖNEMİ

Hayatının en ciddi ilişkisi olarak gördüğü Jack’le birlikte Güney Almanya yolculuğunu The Eye of God in Paradise’ta anlatır Lessing. Morali bozuk, kızgın Almanlar yazdıklarına tepki gösterir. Oysa hikâyenin ana teması Almanya değil, Avrupa’dır.

Bu, yazarın çelişkilerle dolu bir dönemidir. Düşünür, tartar; Birinci Dünya Savaşı’yla büyütülmüş, Hitler Almanyası’ndan kaçan bir sığınmacıyla evlenmiştir.

Hitler’le Nazilerin, Versailles Antlaşması’nın doğrudan sonucu olduğuna ve Almanya akıllı bir fedakârlıkla yönetilseydi, Fransa daha ilk zamanlarında Hitler’e karşı çıkma cesaretinde bulunabilseydi İkinci Dünya Savaşı’nın önlenebileceğine inanmıştır.

Herkesin komünist olduğu heyecanlı dönemin bir perspektife oturtulmasını sağlayan, her türlü grup davranışlarının aşırılıklarını ve dinamiklerini detaylandırdığı A Ripple From the Storm’un yeri de ayrı yazar için.

“HİTLER'İN BENZERİ GELECEK, HEP BÖYLE OLUR!”

Doris Lessing için önemli olan geçmişte kalan bu politik tutkulardan onlardan ders almak. Uyarısı ise satırı satırına şöyle:

“İnanılması bugün bile güç ve affedilmez gerçek şu ki en toplumsal düşünüşlü, gelecekten umutlu, fedakâr kimseler bile kabul etmeyerek veya açıkça bildirmeyerek komünist dünyada işlenen suçlara ortak oldular. Tüm dünyada on değil, yüz değil, bin değil, binler, milyonlar.

Ve bu tavır, Sovyetler Birliği’ni, yuvayı eleştirme gönülsüzlüğü, bugün de Hitler’in zamanımızın tek suçlusu yerine konmasıyla sürüyor, hem Hitler Stalin’e hayrandı, muhtemelen bu büyük örneğin yanında kendini çocuk gibi görüyordu, hâlâ solcuların zihinlerinde nazik bir yerde.

İlginç olan niçin böyle olduğu. Oysa bu durumun bir benzeri, hiç kuşkusuz, başka bir bağlamda, başka bir tarihte gene gelecek. Hep böyle olur. Bir dahaki sefere farkına varacak ve insanlık olarak daha iyisini yapacak mıyız?”

ÇOK SAYIDA DELİLİK GÖRDÜ!

The Fifth Child'a hayal kırıklığı ve öfke ürünü bir yapıt olarak nitelenebilir bu noktada. Kitap Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali hakkında olmasa da yazılışının ardında enerji tam da budur.

The Summer Before the Dark (Karanlıktan Önceki Yaz) romanının yazıldığı dönemde, 1971 ve 1972 yıllarında, altmışlı yıllardan kalan bir teze de işaret ediyor Lessing. Buna göre, delirmek, aydınlanmada son noktaya ulaşmak anlamına gelir.

Gördüğü çok sayıda delilikten pay biçerek bu teze hiç inanmasa da yeniden şekillendirilmeye hazır olduğu bir kırılma döneminde yüksek baskı altında yazdığı, en iyi romanı olarak görülen Altın Defter’le bir katkıda bulunmuş olabileceğini imliyor ki Altın Defter’i yazmak Lessing'in düşünce tarzını değiştirir.

Başladığında, komünizmi kapı dışarı etmiştir ancak komünizmin zihinsel kalıpları aynen kalmıştır. Bitirdiğinde ise hiç de öyle değildir.

Aynı bu otobiyografiyi yazmaya başladığı zamanki Doris Lessing ile bitirdikten sonraki Doris Lessing'in olduğu gibi.

Anılar / Doris Lessing / Çeviren: Dilek Berilgen Cenkciler / Kırmızı Kedi Yayınevi / 852 s.