Cem Kozlu: ‘Sağlıkta nereden nereye ve neden diye düşünmeliyiz!’
Türkiye’nin ilk radyoloji profesörü Salâhattin Mehmet Erk’in yaşamı kısa bir ömre sığdırılan uzun bir mücadele hikayesidir. Bu mücadelenin izleri eşi Sabahat Hanım’a yazdığı mektuplara ve kartpostallara da yansımaktadır. Trakya, Balkanlar ve Filistin Cephesi’nden ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında eğitim amacıyla gittiği Viyana ve Almanya’nın çeşitli kentlerinden gönderdiği mektuplar dönemin Anadolu ve Avrupa’sına tanıklık etmektedir. Gönderdiği kartpostallardan da 20. yüzyıl başlarındaki Avrupa şehirlerinin görüntülerini izlemek olanaklı. Bir Tıp Şehidi: Salahattin Mehmet Erk (Remzi Kitabevi) de torunu Cem Kozlu’nun bu mektup ve kartpostallardan derlediği belgesel bir çalışma.
Özlem İyier
‘RADYOLOJİNİN EMEKLEME DÖNEMİNDE NÜKLEER IŞINLARA MARUZ KALDI’
- Şimdiye kadar kendi deneyimlerinize ve mesleki alanınıza ilişkin kitaplar yazdınız. Yeni kitabınız daha önce yayımlanan kitaplarınızdan farklı, dedeniz Profesör Salâhattin Mehmet Erk’in hayatını anlatıyorsunuz. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Dedem ben beş yaşındayken öldü. Kendisi 56 yaşındaydı. Aile ve hekim dostlarının, bir radyolog olarak yıllar boyu maruz kaldığı nükleer ışınların genç yaşta ölümüne yol açtığını düşündüklerini biliyorum.
Çünkü radyoloji bilimi daha emekleme çağındayken bu alana girmiş öncülerdendi; ilkel cihazlardan, etkileri ölçülemeyen dozlardan etkilenmiş olmalıydı.
O günleri merak ettim. Bir asır öncesi Türkiye’yi ve Avrupa’yı. Onun tam yüzyıl önce ihtisas yaptığı Viyana’ya ben 2000 yılında atanınca oradaki hayatını, yazdıklarından hareketle canlandırmaya çalıştım.
Mektup ve kartlarını Latin harflerine çevirttikçe ona olan hayranlığım ve o döneme ilgim arttı. Ailemden yeni belgeler geldi. Yavaş yavaş kitap ortaya çıktı.
‘ÜLKESİNE ÇOK HİZMET ETMİŞ, FEDAKÂR BİR KAHRAMANDI!’
- Her ne kadar kitabınızda “Kim bilir, bu araştırmaya, dedemi ve du¨nyasını daha iyi tanımaya beni iten, belki de bu boşlukları doldurmak arzusu oldu” diye yazmış olsanız da bu kitap bir bilim adamı olan dedenize karşı bir sorumluluk da taşıyor.
Görebildiği tek torunu siz olmanız bu sorumluluğu hissetmiş olmanıza sebep olabilir mi?
Olabilir. Dedem arkasında çok belge bırakarak gitti: Birinci Dünya Savaşı sırasında üç cepheden gönderilmiş mektup ve kartpostallar. Toparlanmazsa zaman içinde unutulacak ve yok olacaklardı. Oysa ülkesine çok hizmet etmiş, kahraman, fedakâr, önemli bir insandı.
Ülkemizin ilk röntgen profesörü, Radyoloji Derneği’nin kurucularından, Cumhuriyet’in iki yılda bir yapılan Milli Türk Tıp Kongrelerinin hepsinde görevli, çeviri ve telif kitapları, araştırmaları olan biriydi.
Çocuklarımız ve torunlarımız bilsin istedim. Bir de Cumhuriyetimiz ne koşullarda, nasıl kuruldu. İpuçları var.
- Dedenizin mektup ve kartpostallarından daha çok eşine olan aşkına ve mesleki tutkusuna tanıklık ediyoruz.
Bilim için çabalarını ve Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden ilk çeyrek asırda tıp alanına katkılarını ve bütün bunların zorlu koşullar altında yapıldığını okuyoruz.
Bugün gelinen noktada sizce bu fedakârlıklar karşılığını bulmuş mudur?
Sorunuzu iki boyutta yanıtlamak gerekir. Birincisi, nereden nereye geldik? Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’de yaklaşık 200 hekim var. Üstelik, Anadolu halkı sıtma, verem, cüzzam vb. bulaşıcı hastalıklardan kırılıyor.
Şimdi ise sağlık sitemimizle övünüyoruz. Hatta yabancı ülkelerden birçok hastaya hizmet veriyoruz. Bu bardağın dolu kısmı.
Bir de boş kısmı var: Hindistan ve Çin gibi bir ilaç sanayi kuramadık. Aşı araştırma ve üretme kapasitemizi kendi elimizle yok ettik. Bu alanda Ar-Ge kapasitesi geliştiremedik. İsrail gibi biomedikal alanda ilerleyemedik. Uzmanlaşmış üniversiteler kuramadık. Başarıyı sadece vasat seviyede niceliği artırmakta aradık.
Günümüzde sağlıkçılarımız her gün saldırıya uğruyor, doktor ve hemşirelerimiz yurt dışına gidiyorsa üzerinde düşünmek gerek, “neden?” diye.
‘DUYGULU VE TUTKULU BİR İNSAN. NENEME AŞKI OLAĞANÜSTÜ’
- Bu kitap, içeriği zengin bir mektup, kartpostal arşivine işaret ediyor. Kartpostal ve mektupların transliterasyonuyla birlikte dedeniz hakkında size anlatılanlar haricinde yeni bir fikir sahibi oldunuz mu?
Kesinlikle. Savaşlar, Avrupa’da ihtisas, Türkiye’de tıbbi çalışmaların ötesinde insani yönünü daha iyi anladım: sessiz, sakin, ama duygulu ve tutkulu bir insan. Özellikle de neneme olan aşkı olağanüstü. Bunu mektup ve kartlarında dillendirmekten de hiç çekinmiyor.
Bir de azimli ve dayanıklı. Savaşın göbeğinde, Avrupa’da yokluk ve yalnızlık içinde, ama tek bir kelime, şikayet, kötümserlik yok. Hep ileriye bakıyor, ümitle. Kendisi için de ülkesi için de planları, umutları var. 1918’de doğan kızlarına Emel, iki yıl sonra doğan oğullarına Ümit adını veriyorlar.
- Dedenizin nenenize büyük bir aşkla bağlı olduğunu görüyoruz. Dedenizi nasıl hatırladığınızı okuduk. Peki nenenizi nasıl hatırlıyorsunuz?
Annem bize hep nenemin bana sırılsıklam aşık olduğunu söylerdi. Evlerimiz birbirine çok yakındı. Sabah gelir, alır beni evine götürür, yemek yapar, bahçede benimle oynar, hikayeler anlatırdı. Birçok geceyi onda geçirirdim. Elinin sıcaklığını adeta hâlâ avucumun içinde hissederim. Ne yazık ki o da çok genç vefat etti.