‘Ben Murtaza’ hikâyeleri… (19.10.2021)

“Deniz Tarsus, özellikle İt Gözü ve Ayrıkotu kitaplarıyla dikkat çekmişti. Alıştığımız doğanın dışına çıkarak, yaban hayatını neredeyse bir belgeselci gözüyle aktararak kuruyordu hikâyeleri. Ben Murtaza’daki edebiyat geleneğimizin göğsünden öykülerinde Tarsus’un dilinin yerleştiğini rahatlıkla görebiliriz. Bu zengin Türkçe, Ahmet Mithat’tan, Gürpınar’dan, Aktunç’tan sevdiğimiz şenlikli, geniş, renkli dilin bir parçası. ”

Faruk Duman

Bizim edebiyatımızın asıl yaratıcı damarı, kuşkusuz, Anadolu’nun eski kültüründen gelir. İnce Memed’in bazı sayfalarında Dede Korkut’un sesini duyarsınız, dil, kendi hikâyesini binlerce yılda örmüş, oluşturmuş, bir bakıma kurallarını koymuştur. Çağdaş edebiyatımız bu geleneğin üstüne Batılı örnekleri ustaca koydu. Hiç zaman kaybetmeden. Örneğin bir Hulki Aktunç, eşsiz bir sentezdir.

Genç öykücülüğümüz, çok önemli bir mirası aldı, bu bakımdan öyküye gönül verenlerin şanslı oldukları söylenebilir, bir eşsiz kaynak, bir pınar gibidir öykü birikimimiz.

Deniz Tarsus, özellikle İt Gözü ve Ayrıkotu kitaplarıyla dikkat çekmişti. Bu iki kitap, öyküyü kendine özgü, bambaşka, renkli bir dünyada arayan bir yazarı haber veriyordu.

Hikâye peşindeydi Deniz Tarsus, bir zamanlar, yani onu ilk okuduğum yıllarda bu dünya “yabanıl” bir dünya gibi gelmişti bana. Demek ki bir parça fantastik öğeler barındırıyordu içinde. Bu öğeleri de yine Anadolumuzdan, bize özgü mitolojiden getiriyordu.

Alıştığımız doğanın dışına çıkarak, yaban hayatını neredeyse bir belgeselci gözüyle aktararak kuruyordu öyküleri. Oradan bakınca, “köy”ün artık eskisi gibi ele alınamayacağını anlıyorduk. Ama bambaşka bir biçimde, bir anlamda “modern” bir edebiyatın konusu olabilirdi; sonuç olarak buradan bize özgü bir fantastiğe de gidilebilirdi. Ama öyküsünü zenginleştirmesi gerekirdi, işte Ben Murtaza, bu zenginliği, bu genişlemeyi önümüze getiren bir kitap.

DEDEDEN KALMA ELYAZMASI

Ben Murtaza’nın, birbirine bağlı ya da birbirini doğuran, hikâye geleneğimizde örneklerine rastladığımız bir kurgusu var. Bu kurguyu takip edecek olursak, asıl anlatıcımız Murtaza’nın öykülerinin bize ulaşmasını iki kişiye borçluyuz.

Bunlardan ilki ve en önemlisi, Kâtip Selim. İstanbul’un işgal yıllarındayız. Kâtip Selim, kendi halinde biridir, sur içinde bir ahşap konakta oturur, memuriyetine gidip gelir. İşte bu sıradan yaşamının içinde bir gün kapısının önünde uzanıp yatmış birini görür. Sonradan dost olduğu bu abdal, gezgin, dünyanın ucunu bucağını görmüş, sayısız insan ve de insanlık hali tanımış bulunan bu kişinin adı Murtaza’dır.

Bu Murtaza, zaten tabiatı itibariyle hikâyeler yazmaya ve dinlemeye meraklı bulunan Selim’e, kendi ifadesiyle Selim Bey’ine başından geçenleri anlatabileceğini söyler. Selim de fırsatı kaçırmaz, bir defter edinip Murtaza’dan dinlediklerini yazmaya koyulur. Ama ne yapacaktır bu hikâyeleri yazıp da?

Kâtip Selim’in defteri, ailenin kitaplığında unutulur. Kuşak değişir, torunlar büyüyüp yuvadan ayrılır, konak satılır, Selim’in oğlu Sümerolog olur, nice sonra torun, dededen kalma evrak arasında Murtaza’nın anlattığı, Kâtip Selim’in yazıya geçirdiği hikâyeleri bulur.

Kitap önce torununun, yani kitabın son editörünün sunuşuyla başlar. Sonra Kâtip Selim’in notunu okuruz. Sonra da o muhteşem hikâyeci, derviş, gezgin Murtaza’yı dinlemeye başlarız.

MUCİT İLHAMİ ZİYA

Murtaza’nın hikâyeleri birbirinden ilginç. Bunlardan ilkini kısaca aktaracağım: Mucit İlhami Ziya’nın Öyküsü... İstanbul işgal altındadır. Görünüşe bakılacak olursa işgal altındaki bu kentin iki yüzü vardır, biri, yaşanan gerilimi sineye çekerek başı önde eve kapananlar, biri de kentin cafcaflı sokaklarındaki eğlence mekanlarına giden, meyhanelerin üst katlarında sahnelenen operaları dinleyen, arada askerlerin baskınlarıyla canları sıkılsa da günlük yaşamına devam edenler…

Ama, İlhami’nin dediği gibi, zaman ve mekan hiç de bizim bildiğimiz ya da anladığımız gibi değildir. Bu da demektir ki, her nesnenin bir görünmez yüzü vardır…

Murtaza, kent kent dolaşırken, işte yolu bizim buralara düşmüş bir derviştir; çalışmaz, çünkü paranın da, eşyanın da fazlasını gereksiz görür. Üşümediği sürece dışarıda, açık havada yatmayı tercih eder. Yani Murtaza bir nevi bizim Diyojenimizdir, bu tarafa uğrayınca şans eseri Mucit Hilmi Ziya ile tanışırlar, Hilmi Ziya Bey çok sever onu.

Bir süre, ikisini Cinli Han’da şarap içerken, “neredeyse müptela” olacak denli içerlerken izleriz. Sonra Hilmi ona yanında çalışmasını teklif eder, Murtaza da, şimdilik, yani buralardan gidinceye kadar, para almaksızın ona yardım edebileceğini söyler.

Bunun üzerine, Mucit Hilmi Ziya, üzerinde çalıştığı, akıllara durgunluk veren yeni icadını gösterir… Birlikte mucidin laboratuvarına girerler. Ziya, büyük makinesinin üstündeki örtüyü kaldırır, makinenin içine bir elma koyar. Alet çalışır, birtakım sesler çıkar, elmanın görüntüsü bulanır ve hop… elma kaybolur. “Nereye gitti”, diye sorar Murtaza. “Bilmiyorum”, der Hilmi; “Henüz onu bilecek kadar geliştiremedim…”

Hilmi Ziya, değişen dünyanın meydana çıkardığı yeni tip bilim insanlarını temsil eder. Jules Verne’in, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde gördüğümüz bu bilimciler için dünyadaki hemen her şeyi öncelikle matematikle açıklamak gereklidir. Hurafeye karşı bilim.

Hilmi Ziya’nın babasını işgal güçlerine mensup askerler gelip götürürler. Murtaza şaşırır, ne yapacaksın peki, der, ortada büyük bir trajedi vardır sonuçta. Ama Ziya rahattır; “Babamın, düşman askerleri içinde ajanları vardır mutlaka, onu direniştekilerin yanına kaçıracaklardır,” der… Onun, icadıyla ilgilenmesi gerekmektedir. Nitekim bir zaman sonra babanın direniş cephesinden haberleri gelir.

DİL CÜMBÜŞÜ

Ben Murtaza’da Deniz Tarsus’un dilinin yerleştiğini rahatlıkla görebiliriz. Bu zengin Türkçe, bizim Ahmet Mithat’tan, Gürpınar’dan, Aktunç’tan sevdiğimiz şenlikli, geniş, renkli dilin bir parçasıdır. Tarsus’un bilimkurguya, fantastik’e eğilimi var başından beri. Hikâyesini kendine özgü mizahın, şenliğin içinde arıyor, bu da onu ayrı bir yere koyacağımızı gösteriyor.

Bu yazıyı, Murtaza hakkında az fikir versin diye, ondan bir anlatıyla bitirelim. Matbaaya gittikleri kısım… Daha sonra Murtaza, Ziya’nın icadını görecek:

“Ayıptır sorması, matbaa ne işe yarar İlhami beyim?”

“Gazete, kitap, el ilanı, işte aklına gelen her türlü yazılı metni basmaya yarar. Gel, bakalım mı?”

“Olur.”

“Kalktık. Karnaval Matbaası’na girdik. Köpekler de peşimizde. Ancak o kadar sarhoşuz ki köpeklere laf atmaya mecalim yok…”

Ben Murtaza / Deniz Tarsus / Alakarga Yayınları / 159 s. / 2021.