Ahmed Arif’in şiiri... Adnan Binyazar’ın yazısı...
Ahmed Arif’in şiirlerini topladığı Hasretinden Prangalar Eskittim (Bilgi Yayınevi) adlı kitabının hemen her yıl yeni baskıları yapılıyor. Bu kitabı böylesine önemli kılan, yalnızca içinde gençlik yıllarını yaşayan yazarına yapılan işkenceleri yansıtmasından ileri gelmiyor; onun, çektiği acıları şiir diliyle etkili biçimde dile getirmesiyle de ilgilidir. İyi şairliğin bir ölçüsü de gerçeği yansıtan sözcük öbekleriyle şiirde yeni bir üslup yaratmak değil midir? Ahmed Arif’in şiirlerinin seçkinliği buradan geliyor. Picasso, “Aramıyorum, çünkü bulamıyorum,” der. Öyle der ama resmine yerleştirdiği yeni bir çizgi bile ona özgü buluşun ürünüdür. Ahmed Arif’in buldukça yaratıcı dünyasında yeni oluşumlara uğrayan şiirlerini gizli tutmuş olması, yeni söylem arayışlarına girmesiyle açıklanabilir...
Adnan Binyazar / Cumhuriyet Kitap EkiKAVRAMLAR
Ahmed Arif’in yarattığı her sözcük yaşadıklarının izini taşır. Orhan Veli Kanık’ın, Nâzım Hikmet’in şiirlerini bu tutkuyla kurguladığını sanıyorum. Örneğin Nâzım “Hava kurşun gibi ağır, bağır, bağır, bağırıyorum,” derken o şiiri okuyan, yüreğinde kurşun ağırlıkları duyar, “bağırtı” sözcüğü kulak zarını titreştirir.
Ahmed Arif, ceza yasasına aykırı davranmak, gizli örgüt kurmak suçlamasıyla yargılanarak iki yıl hüküm giydi. Ne acıdır ki, sorgulama sırasında ağır işkencelerden geçirildi. 18 yıl sonra yayımladığı Hasretinden Prangalar Eskittim’deki (Bilgi Yayınevi, 1968) şiirlerde geçen hasret, pranga, eskitme sözcükleri vicdanlı her okura ona uygulanan işkencelerin acısını yaşatır.
Kitabının öyle bir ad taşımasının temelinde, yaşamını karartan işkencenin lanetli havası eser. Örneğin şiirin bir öbeğinde geçen vahşeti yansıtan şu dizeler yüreklere kazınacak denli seçmedir:
“Seni, anlatabilmek seni./ İyi çocuklara, kahramanlara./ Seni, anlatabilmek seni,/ Namussuza, haldan bilmez,/ Kahpe yalana.“ ? “Ard-arda kaç zemheri,/ Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu./ Dışarda gürül-gürül akan bir dünya.../ Bir ben uyumadım,/ Kaç leylim bahar,/ Hasretinden prangalar eskittim./ Saçlarına kan gülleri takayım,/ Bir o yana,/bir bu yana...”
Şiirin daha başında acının uyandırdığı özlemi dile getirerek belleklerde ferahlatıcı bir dünya yaratır. O anda, bir o yana, bir bu yana sallanan sevgiliye bahar gülleri takmayı düşleyecek denli sevda tutkunudur.
Şair yüreği yufkadır, şiirin bir öbeğinde de insanca duyguları yansıtan sözcükleri bir araya getirir:
“Seni, bağırabilsem seni,/ Dipsiz kuyulara,/ Akan yıldıza,/ Bir kibrit çöpüne varana,/ Okyanusun en ıssız dalgasına/ Düşmüş bir Kibrit çöpüne.” ? “Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,/ Yitirmiş öpücükleri,/ Payı yok, apansız inen akşamdan,/ Bir kadeh, bir cıgara, bir dalıp gidene, Seni, anlatabilsem seni.../ Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini...”
ŞAİRİN YOLDAŞI SÖZCÜKLERDİR
Toplumcu gerçekçiliği benimseyen Ahmed Arif’in bir ayağı derin acılarda, bir ayağı “yokluğun öbür adı olan cehennemde”dir. Kendine özgü şiir dilini bu geçişimler ortamında yaratmıştır.
Şiirini sarsıcı acılarla beslerken yaratıcı dünyasında “demir kapı, kör pencere, yeşil soğan, karanfil kokan cıgara”yı sıralar, memleketinin dağlarına bahar geldiğini düşünür. İmgelemindeki bu incelikli denge, öfke ile yarattığı şiir dünyasında gider gelir. Yaşadıklarını acı sızılarla şiirleştiren bu dengedir.
“İçerde” şiirinde “Haberin var mı taş duvar?” diye sorar, ardından “Demir kapı, kör pencere,/ Yastığım ranzam, zincirim” gelir. Şiirsel sızıyı, “Uğruna ölümlere gidip geldiği mahzun resim” duyumsatır ona. Her sözcüğünü resim gibi algılar Ahmed Arif. Şiirine aradığı sözcüğü bulduğunun ölçüsü budur.
Şiirde sanatın işlevi de sözcüklerin yarattığı çağrışımları duyarlığına yerleştirip evrensel sızıyı yüreklere işlemek becerisi değil midir?.. O nedenle Ahmed Arif’in şiir söyleminin kaynağı, Doğu Anadolu halkının türkülerine, ağıtlarına, masallarına sinen iç sızlatıcı deyimsel sözlerdir.
HALKIN DİLİNİ SEVMEK
Veysel Öngören’in, “Dilinizde etkili olan ama şiirimizde kolay rastlanmayan sözcükleriniz var. Bu tazeliği nasıl yakaladınız?” sorusunu, “sözcüklerin çağrıştırdığı duyguyla,” diye yanıtlar:
“Sorunuzu kısaca ‘halkımın dilini, türkülerini, ağıtlarını, etkili masallarını sevmek’ deyip yanıtlamak var. Ama sözcüklerden bazı örnekler vermek, böylece konuyu daha açık anlaşılır hale getirmek de elbette çok önemli: ‘Bir ben bileceğim oysa/ ne âfât sevdim.’
Buradaki âfât sözcüğünü, halkım korkunç, kahredici, karşı konulmasının oluru olanağı yok bir belâyı sözcük, deyim ve kavramları yetersiz bulduğu yerde kullanır. Ben de örneğin ‘Çok sevdim... Yürekten sevdim.’ diyebilirdim. Sanırım buna kimsenin bir diyeceği olmazdı. Ancak o zaman sıradan bir mısra kurulmuş olur ve ortaya şiir yükü bakımından yoğunluk, derinlik ve çarpıcılıktan yoksun, tatsız bir deyiş çıkardı.”
ÖFKENİN, İNCELİKLERİN ŞAİRİ
Ahmed Arif’e yönelik bir yazıma “Öfkenin, inceliklerin şairi” başlığını koymuştum. “Akşam Erken İner Mahpushaneye, Anadolu, Hasretinden Prangalar Eskittim, Adiloş Bebenin Ninnisi” başlıklı uzun şiirlerinde daha da belirgindir öfkeler, incelikler...
Ahmed Arif, yaşamı boyunca o tür benzetmeleriyle “halden bilmezlere, sarı engereklere, yedi boğum akreplere, çıyanlara” öfke duydu, onları yanına yaklaştırmadı.
Acıyı duyumsamak, şiirinin bileği taşıdır. O bileği taşından geçmeyen duygular ona yabancıdır. Padişah da olsa, en ağır işkencelerde bile namerde hiçbir koşulda boyun eğmedi, çocukları canına soktu, aşiret geleneğine bağlı yaşayarak erdi sonsuzluğa...