Zülfü Livaneli: Nazi Almanyası aydınları gibi olduk
Yeni romanı ‘Huzursuzluk’u konuşmak üzere buluştuğumuz Livaneli, Türkiye aydınlarının bugününü İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi Almanyası’nın aydınlarına benzetiyor: “Kimisi direniyor, kimisi işine devam etmek için rejimle uzlaşıyor, kimisi susup görmezden geliyor.”
Ezgi Atabilen“Huzursuzluk”, Mardinli dünya iyisi Hüseyin ve karnında bebeğiyle IŞİD zulmünü yaşamış Ezidi kadını Meleknaz’ın hikâyesi. Hüseyin’in İstanbul’daki yaşantısına kapılıp nereden geldiğini unutmuş çocukluk arkadaşı, gazeteci İbrahim’in izinde biz de hikâyenin eksik parçalarını öğreniyoruz. Hem aşk, hem zulüm, hem kör olası önyargılar hem de adalet arayışı var bu kitapta. Ortadoğu coğrafyası kaderi olmuş insanların hikâyeleri...
Livaneli anlatısında sırtını drama değil, trajediye yaslıyor. Zaten roman da gücünü buradan alıyor. Yani, “Huzursuzluk”u bir damla gözyaşı bile dökemeden, buz kesmiş vaziyette okuyacaksınız. Kendisi de söylüyor zaten: “Gerçek travmalar anlatılamaz.”
Livaneli’yle “Huzursuzluk”tan başlıyoruz söze ve bugün bu söyleşiyi okuyacakların duyduğu huzursuzluğa temel olan ne var ne yoksa konuşuyoruz. Şimdi okuyacaklarınız, o söyleşiden bu sayfaya sığabilenler.
- Kitabın afişinin metroya asılmasına OHAL nedeniyle izin verilmemiş. İnsanlar ‘huzursuz’ olduklarının farkına varırlar diye endişe edildi herhalde?
O kadar insan hakları ihlali yapılıyor ki... Bu kadar acı içinde bir kitabın afişini yasaklamaları çok önemli değil. Ama bugün kitap afişleri yasaklanıyor, yarın kitaplar yasaklanacak demek. Kapakta hem ‘Huzursuzluk’ yazıyor, hem de benim adım. Bu afişi koydurmayarak insanlara “Hayır siz huzurlusunuz” demek istediler. Adım adım bir yere gittiğimiz zaten belli. Ama afişi yasaklayarak okurun ilgisini kesemediler. ‘Huzursuzluk’, 15 günde 250 bine ulaştı.
- Size IŞİD zulmünü anlatan bir roman yazdıran ne? Özellikle bunu yüzyıllardır katliamlar gören Ezidiler’in kültürünü de anlatmayı seçerek yapmanız neden?
Aslında özel olarak Ezidiler’i anlatmak için yola çıkmadım. Bir insanlık durumunu anlatıyorum. “Serenad” romanımda mesela Struma gemisini, Yahudiler’in dramını anlatıyordum. Zulme uğrayan insanların hikâyelerini anlatmak güzel bir şey tabii ki. Ama edebiyatın bir görevi de bunları empati kurdurarak daha geniş kitlelere, insanın insan olduğunu hatırlatarak anlatmak. İnsana insan olarak bakmak çok zor bir şey. Bir ara Amerikalılar Vietnamlılara “Kuyrukları var, maymun bunlar” derdi.
‘İnsan insanı öldürebilmek için hayvanlaştırır’
- Aynı şey bizde de Aleviler ve Kürtler için söylendi... Şimdi oraya geleceğim. Niye maymun diyorlardı Vietnamlılara?
Çünkü herhangi bir canlının hemcinsini öldürmesine doğal bir engel vardır. İnsan insanı öldürürken bu engeli aşmak için “Bunlar insan değil hayvan, dolayısıyla ahlaki olarak öldürebilirsin” diyor. Askerlere düşman için hep bu bilinç verilmiş. Ezidilerse çok acı görmüşler. Çünkü çok antik bir din. Melek Tavus hikâyesinde Tanrı Ezd’in Melek Tavus’u cennetten kovuşu, daha sonra çıkan tek tanrılı dinlerdeki şeytan hikâyesine benzediği için ‘şeytana tapar’ diye bir klişe yapıştırmışlar. Nasıl Alevilere mum söndü yapıştırdılar, öyle. Bütün dinler bunları böyle saydığı için Ezidiler maalesef çok zulüm gören masum insanlar. Bu içimi çok yakan bir konuydu, anlatmak istedim.
- Kitabın mottosu “Merhamet zulmün merhemi olamaz”. Edebiyat olabilir mi?
Nedir zulmün merhemi? Bir tek kelime: Adalet. Adaletin olmadığı yerde merhamet sahtekârca kalır.
‘Livaneli de ülkeyi terk etti dedirtmem’
- Sizce başkanlık referandumu süreci Türkiye’yi nereye götürecek?
Zaten kamplaşmış bir ülkede kampları daha da keskinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Meclis’te olan kavgalar, o sinir ve öfke bir mikrokozmos oluşturuyor. Şimdi onun toplum sathına yayıldığını düşünün, ki öyle olacak. Önümüzdeki birkaç ay yapılacak propagandalardan, kışkırtmalardan, provokasyonlardan çok korkuyorum. Çünkü iki taraf da ölüm kalım savaşı olarak görüyor bunu.
- Siz de iç savaş ihtimalini düşünüyor musunuz?
Bizde iç savaş geleneği pek yok. Ama büyük çarpışmalar oluyor. Mesela ‘80’den önceki çarpışmalarda 5 bin kişi öldü. Her gün sokaklarda insanlar birbirini öldürüyordu. Ben tarihe baktıkça Türkiye’de halkın uçurumun kenarına gelene kadar kaygısız davrandığını ama son anda frene bastığını görüyorum. Şimdi de sanki öyle olacak gibi geliyor bana.
- Konuştuğumuz bütün bu alternatif senaryolar içerisinde Türkiye’den gitmeyi düşünür müsünüz?
Hayır. Ben 12 Mart’tan sonra üç kere değişik ve saçma suçlamalarla hapse alındım. Dördüncü sefer hapse alınmak üzereyken arkadaşlarımın da kararıyla yurtdışına gittim. Artık pek yaşatmayacaklardı, anlamış durumdaydık. O dönemde toprağa gömmeler, elektrik vermeler, Filistin askıları filan çok ağır işkenceler vardı. Korkunç bir dönemdi. İsveç’te beş altı sene kaldım. Daha sonra da Paris’e gittim, toplam 11 yıl filan oldu. Ama o zaman 20’li yaşlardaydım, tanınmış birisi değildim. Şu anda durumum farklı. Toplumda beni tanıyanlar, sevenler var. “Livaneli de bıraktı gitti, ülkeyi terk etti” dedirtmem. Bu, o insanların da umutlarını kırmak olur. Hem haksızlık hem de çok bencillik olur. O yüzden biz burada başımıza ne gelirse kalacağız. Namuslu yaşayan insanlar namuslu ölmek zorundadır.
‘Yaz kardeşim şu iddianameyi!’
“Cumhuriyet’teki arkadaşlarımızın içeride tutulmaları ve iddianameyi bekliyor olmaları büyük haksızlık. Herhalde dünyada Shakespeare’den din kitaplarına kadar hiç kimsenin yazacağı yazı bu kadar önemle beklenmemiştir. Şimdi savcı oturup iddianame yazacak. Peki, yaz kardeşim, yaz şunu bir an önce, değil mi! Benim ailemde herkes hukukçu olmasına rağmen derdik ki, hukuk fakültesini bitiren ve hâkim olacak insanların hepsini bir gün hapiste yatırmak lazım. Bir günün ne demek olduğunu görseler de ondan sonra hüküm verirken öyle rahatça ‘17 yıl’, ‘25 yıl’ falan deseler. Zaten gözaltının ve tutuklamanın cezaya dönüştürüldüğü bir noktadayız. Cumhuriyet’teki arkadaşlarımızı Silivri’de tutmanın ne manası var, onları ceza almadan cezalandırmaktan başka? Bu artık hukukun dışına çıkıyor, esir almaya giriyor.”
‘Hâlâ barbarlık dönemindeyiz...'
“İnsanlara hayvanlara her türlü işkenceyi yapma hakkını kim verdi? Zaten insan eğer diğer canlıları öldürmeyi bırakabilirse hemcinsini öldürmeyi de bırakır. Özellikle Ortadoğu’da insanlar sürekli birbirlerinin kafalarını kesiyorlar? Bütün o insanlar çocukluklarında hayvanların ayaklarının bağlanıp kafalarının kesildiğini görmüş. İnsanların diğer canlıları öldürüp yemesi dönemi bir gün mutlaka kapanacak ve bizim dönemimizden yine barbarlık dönemi diye bahsedilecek.”
‘Sanat özünde zaten soldur’
“Edebiyat dünyayı değiştirebilir mi? Evet değiştirir. Çünkü dünyayı değiştiren zaten kitaplardır. Bütün dünya din savaşlarını konuşuyor. Bu din savaşları da o Ortadoğu çöllerinden çıkmış kitaplara dayanıyor. Dinlerde de önce kitap var, biliyorsun. Tanrı bile sözle insanları ikna ediyor. O yüzden kitapların dönüştürücü gücü vardır. Toplumları da kitaplar dönüştürür. Batı toplumlarını bilimsel eserler dönüştürür. Mesela Montesquieu ‘Kanunların Ruhu Üzerine’yi yazar veya Jean-Jacques Rousseau yazar, Fransız toplumu döşünür. John Stuart Mill yazar, İngiliz toplumu dönüşür. Bizde bilimsel eser olmadığı için bizim toplum da şiirle dönüşür. Nâzım Hikmet’le solcu olan çok insan var. Şimdi bunun çok farkında oldukları için Nâzım Hikmet’in yerine Necip Fazıl’ı getirmeye çalışıyorlar. Biraz beyhude bir çaba. Çünkü sanat özünde zaten soldur.”
‘Çok arkadaşım öldürüldü’
“Ben de huzursuzum. 20’li yaşlarımda askeri cezaevinde yatıyordum. 70 yaşına geldim cezaevi önlerinde arkadaşlarım için nöbet tutuyorum. Yaşar Kemal’le her gün bunları konuşurduk. Zulmü, adaleti... İnsan onurunun yüce tutulduğu bir ortamın kurulduğunu göremeden gitti. Tarık Akan da öyle, diğer arkadaşlarımız da. Herhalde bunun sonunu göremeyeceğiz...
Tabii yoruluyor insan. Çok darbeler gördüm. 50’den fazla arkadaşım öldürüldü. Hepsi yazar, çizer, gazeteci, bilimadamı... Bu kadar insan hapsedildi, perişan edildi. Ama biz yine buradayız işte. Görevlerimizi yapıyoruz. Biz yine bugünlerde İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi Almanyası’nın aydınları gibi olduk. Kimisi direniyor, kimisi işine devam etmek için rejimle uzlaşıyor, kimisi susup görmezden geliyor. Ama eğer tanınan bir insansan ve toplumla iletişim kurabiliyorsan bunları görerek susmak da bir uzlaşmadır tabii. Türkiye, hayatları haber bültenleriyle değişen insanlar ülkesidir...”