Zeynep Köylü'den 'Yırtılış'
Zeynep Köylü, uzun bir aradan sonra üçüncü şiir kitabı “Yırtılış”la okurların karşısına çıktı. Kitap, bir suskunluğun, susarak izlemenin, biriktirmenin, genişleyip çoğaltmanın aynı zamanda olgunlaşmanın dizelerini içeriyor. Köylü’yle kitabını ve şiiri konuştuk.
Deniz Durukan
- Suyun gizlediği yalnızlık şairin yalnızlığı mı, yoksa doğduğumuz anda başlayan ıssızlık mı? Yırtılış biraz da doğum travmasıyla başlayan o ilk kopuşa gönderme mi?
- Öncelikle “yırtılış”ın çağrışım alanı itibariyle herkeste farklı bir karşılığı olacağını düşünüyorum. Kelimenin taşıdığı geniş anlam ağı başka seslere, başka bakış açılarına taşıyacaktır okuru. Belki de şairin yalnızlığını; doğduğumuz anda, bu dünyaya fırlatıldığımız anda başlayan var oluşsal yalnızlıktan ayrılmadığı bir çizgiye taşıyacaktır. Yırtılış, hayatımdaki iki önemli kayıp arasında yer alıyor; annem ile yakın dostum Didem Madak arasında. Erken olan her ölüm hayatın yırtıldığı, çatladığı bir ânı göstermez mi bize? O çatlaktan sızan bir şeyler vardır yine de. Irmağın akışına karşı koyamayan bir şey...
Yazının da oradan sızmaya ve sızlamaya başladığı bir şey. Kitabın son şiiri, “yırtılmış bir şiirden başlıyorum yazmaya” diye başlar örneğin. Didem’in bir gece yırtıp çöpe attığı şiirinin aklımda kalan tek dizesi yok olmasın diye âdeta can havliyle yazmıştım onu.
Kaybolana direnişin bir ifadesi olarak sanki o tek dize bir şiirin içine yerleştiğinde kalacak, o toprakta yeşerecekti. Bu kitap sürecinde de bir şiirin yırtılıp atılmasının bende bıraktığı iz, “yırtılış”ı bir kavram olarak düşünmeme ve izini sürmeme yol açtı. Tek bir olaydan çıkıp var oluşun bütününü kavramaya yönelik çabaydı aslolan. Kişisel tarihe, acıya, serüvene paradoks bir biçimde tüm kişilerden ve kişisellikten arınık “yırtılış”ı zamansız ve mekânsız bir dil olarak düşündüm. Yırtılan şiirin, şiiri doğurduğu, yarattığı bir dil.
John Berger’ın, yanımda bir motto gibi taşıdığım sözleriyle söyleyecek olursam “Şiir yitirilen bir şeyi bize yeniden veremez ancak yitirilen şeyle aramızda oluşan ayrılığa kesinlikle karşı çıkar; bunu da hayatımızdan koparılan şeyleri sürekli olarak bir araya getirmekle yapar.” Ona göre, var oluşun bütünlüğüne bir çağrı olan şiirin kof duygululukla bir ilişkisi yok. Ben de şiirin sezgi alanına seslendiğini ve orayı genişlettiğini düşünüyorum. Kendimizden çıkıp dışarıyla temas ettiğimiz sezgi alanını.
“HER YERDE BAĞIRIYORUZ”
- Hep bir susku var, susuyorsun. Gündelik hayatta da böyle ya da sanki içinden konuşuyorsun, bu da şiire yansıyor... Yazdığın gibisin.
- Yazdığın gibi olmak… Önemsediğim bir şey galiba. Bilge Karasu bir söyleşisinde diyor ya “Nasıl yazıyorsam öyleyimdir.” Bu da bana ne kadar kendimizden uzaklaşırsak o kadar kendimize dönmeyi çağrıştırıyor. Her aynaya baktığımızda göremediğimiz bakış gibi. Şiir de o bakışı aramanın, o bakışla aramızdaki mesafeyi kat etmenin en önemli yollarından biri olabilir. Çoğunlukla konuştuğumuzda anlaştığımızı düşünüyoruz. Oysa gündelik dil içinde görünen hiç de sanıldığı gibi değil. Binlerce şey söyleyip hiçbir şey söyleyememenin kıyısında duruyoruz kimi zaman. Susmak aslında yeni bir dil arayışının başlangıcı değil mi? Çocukluğumda sustuğumu hatırlıyorum. Etrafımda konuşulan her şey benim açımdan sorgulanabilir bir şeydi. Hayal gücüyle birleşen başka kelimeler ve ifade biçimleri olduğunu seziyordum. Otlarla, böceklerle söyleşerek geçiriyordum çoğu zamanımı. İçinden konuşmak dediğin böyle bir arayışa denk düşüyor sanırım. İçinden geçen dünya dış dünyayla uyumsuz olduğunda yeni kelimelere de yer açılır, sözler o yarıkta birikir. Mallarmé’nin deyişiyle “Şiirin işi sözcük batağına saplanmış gerçekliğimizi, sözcükleri kullanarak -nesnelerin çevresinde suskunluklar yaratarak- temizlemektir.” Susmanın bu anlamda değerli olduğunu düşünüyorum. Yeni şeyler söylemenin eşiğine varmak için öncelikle susmayı bilmek gerek.
- Kimse fısıltısını dinlemiyor diyorsun şiirde. Bu kadar bağıran insanın arasında kendine dönmek ve dinlemek iyi bir şey...
- Hem kendini hem de başkasını dinlemenin değeri tartışılmaz. Kişisel ve toplumsal düzeyde bağırdığımız çok doğru. Gündelik hayatta, politikada, sosyal medyada kısaca her yerde bağırıyoruz. Herkes oturduğu yerden kendini göstermeye ve birbiri üzerinde yüksek sesle tahakküm kurmaya çalışıyor. Bunca gürültü arasında ne kendimizi ne de başkasını gerçek manasıyla duyabiliyoruz. Duymak için yukarıda da değindiğim gibi susmak ve dinlemek gerek. Ancak o noktada dilin ayırımına varabilir yeni bir dil keşfedebiliriz. Fısıltı ise daha derin. Şiirin konusu bence. Dil ile dilsizliğin, söyleme ile söyleyememenin arasında yer alıyor.
“GERÇEK ŞİİR ZAMANSIZDIR”
- Susmanın sabırla da dolaylı bir ilgisi var. Taş biraz da sabır sanki; bu sık sık geçiyor şiirlerinde. Taşın durmayla ve bilgelikle de ilgisi var...
- Bazı şeylerle ilgili konuşmak zordur ya, taş imgesi de böyle geliyor bana. Sessizliği ve uğultuyu aynı anda içinde taşıyan, yüzündeki çiziklerle, yarıklarla, kopuşlarla tüm zamanların mırıldanışını getiren bu kadim imgeyle ilgili ne söylesek taşa çevrilirmişiz gibi.
- Orada acı başlıyor değil mi? Katılık da giriyor işin içine. Gerçeğin katılığı mı diyelim buna?
- Evet, konuşmaya, söylemeye başladığımızda acı başlıyor. Varlığımızın dille yarıldığı anda, tanımlandığımız, çağrıldığımız anda acı başlıyor. Acıyla baş etmenin yolu da yine acılı bir eylemden geçiyor kanımca. Yarattığınız yeni kelimeler, yeni metaforlar gerçekliği yeniden ele alarak onu deforme edip farklı yanlarını ortaya sererek başka bir dünyanın varlığını duyuruyor size. Orada katı olanın esnediğini, dağıldığını görebiliyorsunuz.
- "Doruğa çıkmayalım, dibimde korku” diyorsun şiirinde. Alttaki korkunun doruğa çıkmasını nasıl okuyabiliriz? Yüzleşme olabilir mi? Bunun kişisel olduğu kadar politik göndermesi de var.
- Bir nevi yüzleşme diyebiliriz tabii. En yukarıda en dorukta hissedilen garip bir duygu vardır her zaman. Derinde gizlenenin su yüzüne çıkmasına benzeyen bir şey… Bu dizenin geçtiği şiir Bozcaada’dan esinle, orada yerinden-yurdundan, dilinden koparılmış insanların acısını duyduğumda yazılmıştı. Denizlerin dibinden çıkarılmış taşlara, amforalara işlemiş bir çeşit utanç duygusuyla… Bu topraklarda kucaklayıcı olduğu kadar ayırıcı, koparan bir yapının da hüküm sürdüğünü biliyoruz. Bu minvalde en çok korktuğumuz yüzleşme değil mi? Aslında paradoksal biçimde korkuyu yanımıza aldığımızda yüzleşme de gerçekleşiyor. Özellikle sanat ve şiir söz konusu olduğunda, kişisel olanla politik olanın ayrılmadığını düşünüyorum. Hangi zaman diliminde yazılırsa yazılsın gerçek şiir zamansızdır. Bu yüzden tüm zamanların acısını, ağrısını, sevincini, yaşamasını içinde taşır.
Yırtılış / Zeynep Köylü / Edebi Şeyler Yayınları / 80 s.