Zeynep Altıok Akatlı babasını hep güleç hatırlıyor

Zeynep Altıok Akatlı, babası Metin Altıok ve annesi Füsun Akatlı'yı anlattı. Altıok Akatlı, "Elim eline değer diye çizimleri vardı mektuplarda" dedi.

cumhuriyet.com.tr

Füsun Akatlı… Tiyatro ve edebiyat eleştirmeni, yazar, felsefeci, öğretim üyesi. Zeynep Altıok Akatlı’nın annesi. Metin Altıok… Şair, ressam, felsefeci, öğretmen. Zeynep Altıok Akatlı’nın babası. Zeynep Altıok Akatlı… İletişimci, yazar, İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü mezunu, CHP Genel Başkan Yardımcısı. Füsun Akatlı ve Metin Altıok’un kızları.

2 Temmuz 1993, bu coğrafyaya bir katliam tarihi olarak eklendi. O gün, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için Sivas’ta bulunan aydın ve sanatçıların 33’ü konaklamak için yerleştikleri Madımak Oteli’nin yakılmasıyla katledildiler. Katledilen ve katledilmek istenen pek çok aydın, sanatçı, şair ve düşünürün arasında Aziz Nesin, Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci de vardı.

Zeynep Altıok Akatlı ile annesini, babasını, anne-baba çocuk ilişkisini, hayatlarını, “Sivas Katliamını” ve memleketi, Gazete Duvar'dan Ayşe Özlem İnci ile konuştu.

Zeynep Altıok Akatlı, anne ve babasının nasıl tanıştıklarını anlatarak başlıyor.

 Üniversitede tanışmışlar. Babam önce Hindoloji bölümünü kazanmış. Puanı oraya tuttuğu için de burada başlamış okumaya ama felsefe okumak istiyormuş. Bu bölümdeyken eli Sanskritçe’ye de epey yatkınmış. Resim gibi yapısı sebebiyle çok da başarılı olmuş.

 Hocaları asistan olarak kalmasını istedikleri hâlde iki sene okuduktan sonra felsefe bölümüne geçmiş. Annemle o sınıfta tanışmışlar. Son sınıfa kadar çok yakın arkadaşlarmış… Her ikisi de felsefe, edebiyat, bilim üzerine düşünüp konuşuyorlarmış. Sonra durum aşka dönüşünce hayata birlikte devam etme kararı almışlar.

 Toplumdaki emeklerine, birikimlerini tanıklık edilen böyle bir anne ve babanın varlığının hayatına nasıl tesir etmekte olduğunu anlatıyor…

 Büyük bir zenginlik. Zenginliğin rant peşinde ya da dolu dolu yemeler içmeler değil de çok daha içsel, paylaşımcı, her kesimle ortaklaşan bir dünya bakışı bıraktılar bana. Hep düşünmüşümdür daha sade bir yaşam belki daha çok mutluluk getiriyordur. Ama daha çok farkındalık ters bir etkiyle insana daha büyük mutsuzluklar getirebiliyor. Mutsuzluğu tartabilecek ve mutluluğun ne olduğunu daha iyi fark edebilecek, o mutsuzluğun ötesine götürebilecek çok ciddi bir bilinç, zenginlik kaldı onlardan bana.

 ‘ELİM ELİNE DEĞER DİYE ÇİZİMLERİ VARDI MEKTUPLARDA’

 Çocukluğumda yetişkin bir birey muamelesi gördüm. Öyle büyüdüm. Daha çocukken yaşıtlarımın arasında bana daha farklı davranıldığını düşünmüşümdür. Şimdi dönüp baktığımda da aynı fikirdeyim. Annemin ve babamın yaklaşımları büyük bir özgüven duymamı sağlıyordu o zamanlar. Özlenen ve yeri doldurulamayan iki kişi.

 Babam… Çok şefkatli ve özel bir insandı. Babamla kendisinin tayini Bingöl’e çıkınca uzun ayrılıklarımız oldu. Zamanın koşullarında küçük bir kız çocuğuydum. Çağın teknolojik kolaylıklarının olmadığı bir dönemde birbirimize büyük hasret duyduk. Bir yandan ondan gelecek mektupları beklemek başka bir keyifti. O mektuplaşmalar dolayısıyla daha anlam yüklüydü benim için. Uzaklığını hissettirmeyen, aramızda dağlar da olsa elim eline değer, diye çizimleri vardı gönderdiği mektuplarda. Hakikaten uzakta olsa da yanımda hissettiğim bir babaydı. Yetişkinlik dönemimde artık babam da Ankara’daydı.Daha yan yana olabildiğimiz, uzun sohbetler edebildiğimiz,farklı bir ilişkiye geçtiğimiz zamanda apansız kaybettik kendisi.

 Yokluğunun yerine bir şey koymak çok zor ama annemle biraz daha farklıydı ilişkimiz. Annemi kaybedene kadar kendisiyle hiç ayrılmadık. Aynı evi paylaşıyorduk. İkisi de çok erken gitti. Elli ikisinde gitti babam. Annem de altmış yedi yaşındaydı gittiğinde. Gideli altı yıl oldu ama ne yalan söyleyeyim yerine hiçbir şey koyamıyorum. Bu donanımdaki bu birikimdeki insanların erken yaşlarda gitmesine -ki her ikisi de eğitimci- eğitimin içinde bulunduğu hâle bakınca insan daha çok hayıflanıyor. Eğitimci olarak değilse bile bugün de eserleriyle birilerini eğitmeye devam ediyorlar. Somut olarak bana ulaşan okurları olsun öğrencileri olsun bunu hissediyorum. Bana ayrı bir mutluluk veriyor.

‘ANNEM GİDİNCE HAYAT ARKADAŞIMI YİTİRMİŞ OLDUM’

 Annemle çok dertleşirdik. Annem gidince eşimi, kız kardeşimi, arkadaşımı, hayat arkadaşımı yitirmiş oldum.

Her ikisini de yaşam mücadelesi içerisinde geleceğe bırakmak istediklerini düşünerek siyasette emek vermeye çalışıyorum. İkisi de bana hâlâ kılavuz. Altı yılda o kadar çok şey değişti ki Türkiye’nin düşünsel, sanat alanında… İçinde bulunduğumuz çağ zaten her şeyi çok hızlı yaşamamıza sebep oluyor, çok çabuk değişiyor her şey ama, biz de kötülük ikliminde iyice uzun atladık. Bütün bu gelişmelere hem felsefeci hem sanatçı duyarlılığıyla çok duru çözümler getirebilecek bir kadındı annem.

 Annesiyle paylaştıkları babasına nazaran daha fazla olduğu için annesini özlemle anlatmaya devam ediyor Zeynep Altıok Akatlı…

 Hiç kendini tekrar etmezdi. Ben daha gelenekseldim anneme göre. O hep bana göre daha hızlı uyum sağlayan ve beni bu konuda ikna etmeye çalışan kişiydi. Şimdi dolayısıyla bazı durumlarda ona danışma ihtiyacı çok hissediyorum. Aldığım her kararda ya da siyasi bir konuyu yorumlamaya çalıştığımda, acaba benim yorumuma ne der, diye düşündüğüm olur. Ondan akıl alma ihtiyacını epey hissediyorum.

 Bir de hafızası çok iyiydi. Size yıllar önce okuduğu Suç ve Ceza’dan kelimesi kelimesine örnek verebilirdi. Ve durumları değerlendirirken bu okuduklarıyla ilişkilendirebilirdi. Bu yönüyle çok hayranlık duyarım kendisine. Annem anlık başvurduğum bir kaynak kitap gibiydi.

 Şimdi ben de siyasetle edebiyat bağını kurmaya çalışıyorum. Ama benim de çok araştırma yapmam gerekiyor. O yüzden okuyorum. Tekrar dönüp dönüp aynı şeyleri tarıyorum. Çok ufuk açan bir çaba bu. Hem siyasetin kirli dilinden de kurtulmak lazım.

 Ev halleri… Baba Metin Altıok ile…

 Okuma yazma eylemi zaten evde çok kanıksanmış bir durumdu. Babam daima el becerisi gerektiren şeylerle meşgul olurdu. Evdeki çiçeklerin kurumuş yapraklarını ayıklar, zeytin çekirdeklerini biriktirir, onlardan tespih yapar, desen çizerdi. Heykel yapmayı da çok severdi. Sürekli her anını ince şeylerle uğraşarak değerlendirirdi.

 Belki güleceksiniz, çocukluğumda meyhaneye giderdik. ‘Tavukçu Lokantası’ özellikle gittiğimiz bir yerdi. Körfez’ e de gidilirdi. Ama ay ortasından itibaren Tavukçu’dan çıkılmaz hâle gelinirdi. Benim gibi çocuklar da vardı, arkadaşlarım… Fazıl (Say) ile koştururduk meyhanede, onunla çok anılarımız var. Biz İstanbul’a gittikçe ya da onlar bize geldikçe yine Küçük Turgut ile çok anılarımız olmuştur. O zamanlar ‘Avcı’ diye bir restorana giderdik Rumelihisarı’nda. Küçük Turgut ile en büyük keyfimiz Boğaz’dan geçen şilepleri Kiril alfabesinde peçetelere yazıp, ne yazıyordu acaba, diye kendimizce çözmeye çalışmaktı.

 Zeynep Altıok Akatlı, Füsun Akatlı ve Metin Altıok için “aşk”ı kendisine göre yorumluyor…

 Babam için aşk daha çok acı veren bir şey olabilir. Özlemekten… Annemle ilişkisinde de bitmeyen bir duygu var. Annem daha rasyonel birisiydi. Aşktan çok belki sevgi önemli olabilir onun için. Annem için aşk, şefkattir aslında. Benim için ise umut.

 Şimdi dönüp baktığında bir yetişkin olarak Füsun Akatlı ve Metin Altıok nasıl bir çiftti, diye sorunca “Çok geçimli bir çift değillerdi. On yaşındaydım ben ayrıldıklarında. Çok düşünen, çok yazan, yaratıcı insanlar zaten alışılagelmişin dışında normlara uyumsuz insanlar. Birbirleriyle de mücadelesi olan iki insandı. O yüzden her ne kadar uzun yıllar sürdürseler de birlikteliklerini, ayrıldıklarında ben henüz on yaşındaydım.

 Üreten iki insanın aynı ev içerisindeki edebi paylaşımlarını da anlatıyor Zeynep Altıok Akatlı…

 Okuturlardı ama babam tabii önceleri resimle daha çok ilgilendi. Çünkü babam aslında öncelikle ressamdı. Çetin Sipahi, Orhan Taylan, Fahir Aksoy ile sergileri, Abidin Dino ile yakınlıkları bilinirdi. Grevler ‘1971 Tübitak Grevi’ için duvar resimleri yapmışlar… İşte o dönem şiirlerini annemden bile gizlemiş ya da belli bir olgunluğa gelene kadar kendinde tutmuş diyebilirim. Dolayısıyla ilk şiir kitabını çıkarmadan önce, Bu bir kitap değil, diye çöpe attığı onlarca şiiri varmış.

 ‘RUHİ SU ANNEMİN ÖZ BABASI GİBİ SEVDİĞİ BİR İSİMDİ’

 Abidin Dino’nun bahsi geçince böyle bir çiftin çevresinden de konuşuyoruz. Öyle çok isim var ki… Tüm bu isimlere elinden geldiğince Yıldız İzi isimli kitabında yer vermeye çalıştığından bahsediyor.

 Bilge Karasu benim ikinci babam gibiydi. Kimliğimi oluşturan en temel taşlardan bir tanesidir. Yanı sıra benim için önemli olan pek çok isim var. Mesela Şirin Tekeli’yi kaybettik. Kendisi Ankara Kız Lisesi’nden annemin sınıf arkadaşı. Lise yıllarından gelen bir dostluk. Kütüphane kurmuşlardı. Kadın Eserleri Kütüphanesi Bilgi ve Araştırma Merkezi. Onca yıl öncesindeki o heyecanı hatırlıyorum. Kurulma aşamasında gerçekleştirilen sürece katılmıştım. Şirin Tekeli de o anlamda benim için çok özel bir yerdedir. Acısı da tazeyken ilk aklıma gelen o oldu. Bedrettin Cömert de annemin yakın arkadaşıydı. Onun yokluğu benim küçük yaşta ilk ölümle tanışmamdır. Öyle bir ölümle hem de.

 Tuhaftır, sonra öyle bir ölüm bizi de yakaladı. Ruhi Su, annemin öz babası gibi sevdiği bir isim. Annemin ve benim de hayatlarımıza çok şey katmış birisi. Abidin Dino var mesela. Ne yazık ki uğurladıklarımız çok. Çok azaldık. Klişedir biraz ama söylemek isterim, gidenlerin yerini doldurabilecek isimler gelmiyor. Çağımız da biraz buna sebep tabii. Ancak geçmişi kendi okuyanlar, takip edenler, bugünün gelenleri dediklerimiz. Azalıyoruz ama en karanlık zamanlarda umut doğmuştur. Umutsuz devrim olmayacağını, nice devrimlerin en karanlık zamanlarda gerçekleştiğini biliyoruz. Dolayısıyla umudumuz dipdiri yürüyoruz. Yola çıkmanın sonuçlarını belki hemen somut bir adalet, somut bir özgürlük olarak alamayabiliriz. Ama zaman gösterecektir.

 Böyle her biri şahsına münhasır olan insanla Füsun Akatlı’nın ve kendisinin dostluk ilişkilerini de paylaşıyor.

 Annem çok büyük gönüllü, çok mütevazı bir insandı. Edebiyat camiasında çok küskünlükler yaşanırdı mesela. Annem bu durumu en az yaşayanlardandır. Kendi, bir başkasına küsmemiştir. Biri küserse kendisine o küskünlükler olmuştur. Ama mesela dediğim gibi Bilge Karasu onun yaşamındaki en yakın arkadaşıydı. Onu da erken yitirdik ne yazık ki… Annemin güzel dostlukları vardı. Hepsi benim dostum olan insanlar. Zeynep Avcı, Tilbe Saran son dönemlerde çok şey paylaştığımız dostlarımızdır.

Kız Kardeşim, hayat arkadaşım diye bahsettiği Füsun Akatlı ve Zeynep Altıok Akatlı dostluğunu anlatmaya geliyor sıra…

Annem eleştirel bir bakış açısına sahipti. Ama bu yönüyle bana, çocuğuna, nasihat etmezdi mesela. Fikirlerimizi paylaşırdık. Fikir ayrılığına düştüğümüz zaman o kendi bakışını söylerdi, ben de kendi fikirlerimi söylerdim. Parmak sallayan bir hâli olmazdı. Sadece annemle ilgili şu vardı. Kırk yaşıma gelmişim mesela, ama bir kelimeyi yanlış söylersem hemen düzeltirdi. Dil takıntısı vardı. Bir gün hatta dayanamayıp bir ‘tipeksle’ yaşıyorum, sürekli üstümü boyuyor birisi, demiştim.

 Çok seyahat ederdik. Boş zamanlarımızda seyahat ederken bir gün bana demişti ki, Ben olmayınca buralara geldiğinde beni çok özleyeceksin. Ben de çok kızardım. Paris’i çok severim. Bana annemi anlatan şehir orası. Annemle ilk kez 1989’da gittik Paris’e.

 O zamana kadar hiç gitmemiş. Ama üniversiteyi hep Sorbonne’da okumak istemiş. Hatta bir günlük tutmuş. Sorbonne’da bir felsefe öğrencisiymiş gibi yazmış o günlüğe. Gerçekten de orayı çok iyi bilen biri gibi bahsetmiş oralardan. Hem haritadan hem okuduğu romanlardan araştırmalar yapmış. Mesela Victor Hugo’nun kitabını okuyor, orada bir mekân adı mı geçiyor hemen not alırmış. Günlüğünde de sanki oraya gidermiş gibi bahsetmiş hep. Çok büyük bir hayal gücüyle gerçekmiş gibi yazmış. Birlikte gittiğimizde o bahsettiği yerleri hep birlikte gezmişizdir.

 ‘AYDINLIĞI DÜNYAYA SAĞLAMAK İÇİN EMEK VERMEK İSTEDİM’

 Siyasete girme kararını nasıl aldınız, sorusuyla yakın geçmişe dönüyoruz…

Ben aslında girmek istememiştim. Bir adalet mücadelesi derdiyle kendimi siyasetin içerisinde buldum. İlk önce o mücadele kişisel bir mücadeleden daha toplumsal bir mücadeleye doğru yol aldı. Aynı acıları yaşayan insanların derdine ortak olmak, onların yalnız hissetmemesi, kendini yalnız hissetmemek için kurduğum ilişkilerdi. Sonra bir aktivist gibi evrilip oradaki dert için daha somut mücadelelerle bir örgüt bilinci baskın geldi.

 Daha büyük bir örgütün parçası olmadıkça bir şeyin değişmeyeceği bilinci ile hareket etmeye çalıştım. İdealimizdeki aydınlığı dünyaya sağlamak için emek vermek istedim. Sızlanmak çok kolay. Belki hâlâ şikâyet ediyoruz ama en azından kendi baktığımız yerden bir şey katmaya çalışıyoruz. Ben hep böyle iyi niyetle mücadele ettiğim süreçte adaletin hep daha kötüye doğru gitmesi ne kadar umut verici bilmiyorum. Yine de bu durumun bana umutsuzluk getirmediğini söyleyebilirim.

Sosyal medyada yazdıklarınızın altına birbirinden çok ayrı diyebileceğimiz kesimlerden yorumlar yazılıyor. Bu iki farklı kesimi harekete geçirecek sözlerin altına yapılan yorumların kendisindeki karşılığını anlatıyor.

 Radikal bakışlar herkese zarar getiriyor. Kendilerine de… Ben mesela Zeynep Altıok Akatlı olarak CHP içinde bulunduğum için kimi Kürt kesimine göre ulusalcıyım. Ulusalcılar ise ‘Kürtçü’ gibi bakıyorlar. Böyle bir dilemmanın içindeyim. Ne yapsan az, eksik. Bir tek şeyden ödün vermemeye çalışıyorum. Kendi içimde ilkeli olmak, tutarlı olmak ve en başka olanın dahi beni incitmesine izin vermemek. Ama o eleştiren kişinin kendisi mağdur durumda olursa da ona el uzatmak. Bu çaba benim için yüceltmek anlamına gelmiyor ama ben nefret etmemeyi kendime çok telkin ettim. ‘Sivas Katliamı’nı gerçekleştirenlerden bile nefret etmemeyi öğrendim.

 Çünkü bunu bana babam öğretti. Babamı o algı öldürse de babamın bana kattığı duygu dünyasından çıkmamayı öğrendim. O kadar duygusal, her şeyi seven o incecik adamın zarafetine leke getirmek istemiyorum. Onun duygu dünyasıyla yaşamaya devam etmek istiyorum. Metin Altıok olsaydı böyle yapmazdı, diyorlar. Benden daha iyi bileceklerini nasıl iddia edebiliyorlar, anlamıyorum.

 Metin Altıok’un elinden çıkan her satırı benim defalarca okumuş olabileceğimi hesaba katmadan konuşuyorlar. Bir gün hatta mecliste benzer bir durum yaşamıştım. Olaydan sonra söz konusu kişi yanıma gelip, Ben babanızın okuruyum, dedi. Metin Altıok şiiri okuyan biri böyle bir dil kullanmaz, gerçekten okuruysanız siz de lütfen o dile dikkat edin, dedim. Başa çıkabiliyorum bu durumla. Çıkabiliyorum çünkü o kişilerin niyetleri belli, kötülük. Bu dil, saf kötülüktür.

 Böyle bir ortamda güvendiği insanların olup olmadığını da anlatıyor…

 Zaman içerisinde güvendiğim insan sayısının da doğal bir elekten geçip azaldığını görüyorum. Hele siyasete girdiğiniz vakit iyice bu sayının az olduğunu görüyorsunuz. Ne yazık ki ortak bir mücadeleye girdiğinizde ve ortak olmayan bir nokta gördüğünüzde çok incitici oluyor. Şimdi yüzde elinin üstünde çok kişinin umudu var ama o kişilerin de kendi içlerindeki ayrımlar çok kırıcı oluyor. Hele ki soldan bakanların…

 Benim için sol, bütün solcuların Marx diye kurdukları cümleler, nutuklarda adı anılan ‘Deniz Gezmiş’ler değil. Sol benim için, onların ahlâkı ve yaşamlarını feda ettikleri değerler. En temel şey akılla birleşen ahlâk ve vicdan benim için gerçek bir solu ifade ediyor.

 Füsun Akatlı, Metin Altıok ve Zeynep Altıok Akatlı.

Geçmişe dönüyoruz… Zeynep Altıok Akatlı çocukluğunda baskın olan özlem duygusuyla anlatıyor babası Metin Altıok’un Bingöl’deki hayatını….

Babam mesela öğretmen değil. Ressam ve şair. Mecburiyetten ekmek parası diye başvuru yapıyor, kura çekiyor, Bingöl’e tayini çıkıyor. Artık ne kadar şans ne kadar sürgün o kısmı da tartışılır. Oraya gittikten sonra dördüncü derece denilen mahrumiyet bölgesinde iki yıl mecburi hizmet var. İki ya da birinci dereceye tayin edilmesi gerekirken yine Bingöl’de Genç’e sürülüyor. Tayini tesadüf bile olsa on yıl orada tutulması tesadüf değildi. Bunu kesinlikle biliyoruz.

 Ve yıllar sonra kalkıp Bingöl’e, babasının görev yaptığı yere gidiyor…

 Bingöl’e gittiğimde yanıma kocaman bir adam geldi. Çömelse aynı boya geleceğimiz çok aşikâr, o kadar iri biri. Adam beni görünce sarılıp ağlamaya başladı. Ne yapacağımı şaşırdım o an. Hocam, dedi, 1980 sonrası beni evinde altı ay sakladı. Buna çok şaşırmıştım.

 Sağcısı solcusu da babamı çok severlermiş. O yaşta babamla yeniden tanıştım. Mesela okula gidemediğinde bir gün müfettiş gelmiş. Sınıfın kapısını açmış, çıt yokmuş sınıfta ama hoca da yokmuş başlarında. Hocalarına laf gelmesin diye sessiz duruyorlarmış, mutsuz, moralsiz olduğum zamanlarda öyle birileri çıkar ki karşıma… Öğrencileri, onlarla ilgili mailler, öyküler… Öyle anlarda düşünürüm, Babam gönderdi bana, derim. Mutlu olurum. Düştüm mü yine elimden tutan annem ve babam olur. Güzel insanlarda vücut buluyorlar.”

 Muhabbet tekrar Füsun Akatlı’ya, onun öğretim üyesi olduğu zamanlara dönüyor…

 Annem Kültürsüzlüğümüzün Kışı diye kitap yazdı mesela annem. Bir öğretmen, eğitimci olarak onu en şaşırtan şey çalıştığı üniversitedeki çocukların ne kadar geçmişten kopuk ve alt yapısız geldiklerini görünce hem çok şaşırır hem üzülürdü. Kara mizah gelirdi bize. Üç Türk müzisyen ya da ressam yazını gibi sorularda hem daha medyatik olanları yazdıklarını, hatta bu sayının üç olamadığını anlatmıştı.

Ruhi Su kimdir sorusuna bir kişinin bile yanıt veremediğini paylaşmıştı. Yine bir gün işte amfide “katarsis” anlatıyor derste çocuklara. Katarsis, deyince hareketlenme oluyor, fısıldaşmalar… Annem de seviniyor, ‘katarsis’i biliyorlar diye. Soruyor sonra çocuklara, Biliyoruz hocam Kadıköy’de bir bar, diyorlar. Gülüyor işte çok şaşırtıyordu bu tür durumlar kendisini.”

Zeynep Altıok Akatlı “Sivas Katliamı”ndan bugüne dek yaşadığı ve yaşamakta olduğu kırgınlıkları anlatıyor…

Sivas Katliamı’nın peşinden giden bir hayatta ben sürekli kendi kendimi tekrar etmek durumunda kalıyorum. Çünkü yirmi dört yıldır bir adım bile atılamayan bir dava. Hiçbir şey değişmediği için yirmi dört yıldır aynı şeyi konuşmak ve anlatmak durumundayım. Hep aynı soruya cevap vermek zorundayım. Bekler, bekler, bekler… Bir yıl… 2 Temmuz gelince telefonla ararlar ve ‘Babanız öldüğünde ne hissettiniz’, diye sorarlar. Budur durum. Sizin için hayat bu sorudur. Babam öleli yirmi dört yıl oldu. Yirmi dört yıldır ben bunları yazıyor ve anlatıyorum. Ondan önce belli hatıralar dışında hiçbir hatıram yok. Yazayım evet, ama artık neyi yazayım da onu insanlara farklı bir şekilde getireyim. Ben de hep canım sıkılarak düşünüp neyi paylaşsam derim.

Dönüp dönüp yazdıklarımda hep aynı şey var. Aydınlara sitem. Öldürene daha az kızıyorum ben. Hatırlamayana, unutturana daha fazla kızıyorum. Yıldönümünde kanıksayana. Bakıyorsun… İki satır yer vermeyene, verildiğinde ‘Yeter artık, ısıtıp ısıtıp bunu gündeme getirmeyin,’ diyene kızıyorum.

İsmet Özel mesela. Şair. Babamın gençlik arkadaşı. Beraber oturmuş kalkmışlar. Aradan geçen dönemde Sivas Katliamı oluyor. Kendisi ‘Sivas semalarında Sırp tayyareleri uçacak mı?’ diye yazı yazıyor.Şiir yine de bunlardan bağımsız bence. Biz İsmet Özel’e kötü bir şair diyemeyiz. İyi bir insan değil, ama iyi bir şair. Bunu yadsıyamayız. Elbette şiir, şairin kimliğinden izler taşır ama öz yaşam öyküsü değil. Üzerinde ısrarla durduğum, nefret olmaması gerekir, dediğim nokta bu. Kötü şair dedirtecek bir nefreti doğru bulmuyorum. Ben öyle olmak istemiyorum. Şiiri, şiir olarak algılamak istiyorum.

Yaşadığı acılara rağmen ağzından “umut” kelimesini ve “Nefret etmiyorum.” cümlesini düşürmeyen Füsun Akatlı ve Metin Altıok’un biricik kızları Zeynep anlattıklarıyla, bu katliama tanıklık eden ve bu katliamdan haberdar olanların tercihleri “unutmak” olursa Madımak’ın ateşinin yeniden harlanacağını düşündürtüyor.

Fotoğraftaki Metin Altıok sesleniyor… ‘Zeynep, babanı hep böyle güleç hatırla.’