Zamane Aydınları ve Halk
Türkiye aydınlarının çağdaş dünya konusunda yeni uyananları ve uyandıklarını sananlar, 10-15 yıl kendilerini aldatıp yeniden uyandıklarında, son 10 yılda Türkiye’nin özgür bir demokratik yasaya tümüyle sırtını dönmüş bir ülkeye dönüştüğünün farkına vardı. O zaman liberalizm ve özgürlüğün soyut bir şey olmadığını ve despotizmin sadece askerlere özgü bir davranış olmadığını, geç de olsa anladılar.
Doğan KubanAslında olaylar asker ya da sivilden değil, halkın ortalama kültüründen kaynaklanıyor. Bu halkın tarihi doğru yazılırsa yüzyıllarca ithal düşünce ile yaşadığını, özgün düşünemeden kentlere dolduğunu herkes anlayacak. Tarihçilerimiz Osmanlı İmparatorluk tarihini doğru ve ayrıntılı yazdılar, ama Osmanlı halkının ve kültürünün doğru bir yorumu, bazı duyarlı ve entelektüel yazarların kitaplarındaki sayfalarda kaldı.
Kentlere taşınmış, yarı kentleşmiş, giyimi kuşamı, evi, çevresi ve dünyaya ilişkin hayaller kurup turistik gezilere çıkanlar kendilerini çağdaş uygarlığın ortağı olmuş sanıyor. Bu sonradan görme çağdaşların kültürel kaygısızlığı ise, ülkenin geleceği için çok ürkütücü. Bu halkla politik partiler arasında temel bir ayrılık yok.
Bu toplum, yeni iletişim teknolojisinin ekonomiyi de etkileyen yeni bilgilerin, aydınlanmalara ve davranışlara zorladığını, bugün yaşamını tehdit eden kaosun kendi cahil davranışlarından beslendiğini anlamakta zorluk çekiyor. Çelişkiler içindeki ülkede sosyal, ekonomik ve politik çöküşleri biraz hissedenler bunun, dünyada yaygın bir hastalık olsa da, Türkiye’ye özgü farklarını göz ardı ediyor. Ama dünyayı eleştirel bir gözle görmüyorlar. Kozmopolit karar merkezlerinin ve uluslararası menfaatlerin yönlendirdiği hareketlerin, evrensel coğrafyalarda yaratacağı çatlaklardan haberleri yok! Tek tepki, “biraz daha duyarlı ve uyanık olanların ne olacak bu ülkenin hali” tekerlemesi.
Sizin bildiğinizi sandığınız ülke yok. Deve kuşu gibi kafanızı kuma gömseniz de davullar kapınızın önünde çalıyor. Eskimiş dünyanın bir çaresi yok, ha bugün ha yarın diye, dış savaş, ekonomik çöküntü hatta iç savaş sözü ediliyor. Yaşam aynı düzeyde devam ediyor ya da kimine öyle gözüküyor.
TÜRKLER BÜYÜK SÖMÜRGECİLİĞİN PROTO TİPLERİ
Türkler “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar;” der. İki çocuktan biri çikolata yerken öteki yutkunarak bakarsa sonu kavga ile bitebilir. Bir aşiret ötekini esir alırsa ortada ölümcül bir kıyamet vardır Asya göçerlerinin kahramanlık nişanları, kurdukları imparatorluklardır. Türkler büyük sömürgeci devletlerin prototipleridir. Çöl Arapları da öyledir. Biz fetih yaptık onlar cihat. Avrupalılar dünyada sömürge kurdular. Bir taraf yedi diğer taraf baktı. Başta ve sonda kıyamet vardı, şimdi sömürücüler yiyor, sömürülenler bakıyor ve kıyamet kopuyor.
Coğrafi koşullar, tarihi koşullar, toplumsal ilişkiler değişir, biri yer öteki bakar bu sonucun tanımıdır. Yiyen ve bakan önce kavga ederler, bu ilk kıyamettir. Daha sonra bakan ikinci kıyameti koparır, kıyametin sonucu belli değildir. Yiyen ve bakan aynı işi yapmaya devam eder. Dünya tarihi yiyen ve bakanı birlikte içerir. Bu Karagöz ve Hacivat gibi iki kimlikten oluşur: Sömüren, öldüren işkence eden zorba bir yandadır. Kurbanlar öte yanda. Gerçekte bunlar birbirlerinin komşularıdır.
Çağdaş uygarlık tarihi çok kısadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlar; galip, mağlup, yenen yenilen; fatih, köle, aşiret reisi, köylü, sultan sayısız hikâye ve tiyatro var. Bu ön plandaki kavganın arkasında toplumların sanatı, kültürü, bilimi teknolojisi hatta uygarlığı gelişmiştir. Sonsuz ilişkiler içinde bu gelişme devam eder. Şiirler, felsefeler yazılır, resimler heykeller yapılır, musiki bestelenir. Fakat birileri yemeğe diğerleri bakmaya devam ederler.
TEMEL MESELE SÖMÜRÜ: YİYEN VE BAKAN
1950’den sonra dünyada insanları eşit haklara sahip olarak gören bir aşamaya girdik. Düşünsel özgürlük, demokrasi çok moda oldu. Bu arada kapitalist sisteme bir şey olmadı. Sömürme ve sömürülme yasallaştı. Fakat hastalık çok nedenli bir insanlık hastalığı olarak uluslararası boyutlarda kanlı ve kansız devam ediyor. Bu hastalığa daha iyi çare bulan toplumlara uygar deniyor. Hastalığı kaosa dönüşenlere de az gelişmiş.
Uygar denen toplumlar sömürüye kendi içlerinde daha kontrollü, dışlarında daha acımasız devam ediyorlar. Bu bir tarih teorisi değil. Bir gerçek gözlemi. Sömürü silah ya da uluslararası finans ile devam ediyor. Sonunda kahramanlar aynı: Bir yiyen, bir de arada bir dayak yiyen de var. O şiirler, yapılan heykeller, resimler, dinler, felsefi düşünceler sonunda sahnenin iki oyuncusu değişmiyor. Yiyen ve bakan.
Bir orta Amerikalı diktatörü ABD besler. Afrikalı bir diktatörün, Belçikalı bir hamisi vardır. Daha küçük boyutlarda bir zorba valinin ya da polis müdürün üzerine politika gölgesi düşebilir. Dünyanın bütün coğrafyalarında ve tarihlerinde sonsuz örnek var. Dünyanın en tanınmış coğrafyacısı ve sosyal kuramcılarından biri olan David Harvey 2009’da Cosmopolitanism and the Georgraphies of freedom (kozmopolitiklik ve özgürlüğün coğrafyası) adlı kitabında, masada oturup dünyanın ürettiklerini tıkıştıranlarla masa etrafında dizilip onları seyredenler konusundaki tiyatronun küresel coğrafi yaygınlığını çok iyi anlatıyor.
BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU İLGİLENDİREN OLAYLAR
Sevgili okuyucular. Toplumu şekillendiren ve yönlendirenler politikacılar, gazeteler, beyin yıkama mekanizmaları, kendilerinden menkul medya allameleri değil. Çünkü düşüncelerinin ve söylemlerinin halka inen versiyonunu da yine kendileri yayıyor. Halkın vurdum duymaz, günlük rutini içinde yaşayanlar kimin ne dediğine pek kulak asmadan, sürü içgüdüsü içinde yaşarlar. Bu Ortega y Gasset’in dediği gibi, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde de aynıdır.
Halkı uyandıran ve bir parça gözünü açan, kendi başına gelen, doğrudan malını canını alan olaylardır. Su baskınları, depremler, asker, polis şehitler, okullara giremeyen çocuklar, eşlerini öldüren yabani adamlar, pazar fiyatları, borçlar, işsizlik, gelecek... Kentleri ve imarın kargaşası, kentsel trafik, tüketim tutkusunu yerine getirememek, gelecek güvensizliği...
Aydınlanmak için başkalarını okuyup dinlemek gerekmiyor. Bunlar yaşamsal çevrenin kendine özgü evrensel hastalıkları. Toplum, doğuştan rahatsız bir insanın ruh haliyle, alışık olduğu hasta ortamda yaşıyor. Denizdeki balık gibi. Denizin üstünden haberi yok.
Akıl erdiremediğim, ülkeyi yöneten kimi sorumluların da benzer davranışlar göstermeleri. Bu bağlamda iktidar ve diğer partilerin bu halkın içinden çıktıkları ve onu temsil ettikleri mutlak bir gerçek. İktidarda olanların bundan kendilerine bir pay çıkarmaları da anlamsız. Çünkü diğer partiler de aynı. Tencerenin kapağı kendisinin. Tencere düşüp kapağını bulmadı. Kapak düşüp kirlenmiş ya da çamura bulanmış olsa bile kendi kapağı.
Dinci ile devrimci ya da özgürlükçü ya da milliyetçi arasında, sokaktakilerden daha duyarlı bir söylem henüz işitmedim. Fikirler hatta amaçlar farklı da olsa, tümünün çağdaş dünya konusundaki saflığını sergilemek açısından çok homojen. Partilerin bazı klişeleşmiş jargonları var. Orada, Günaydın, Aleyküm selam gibi sözcükler kullanılıyor. Fakat ‘bye bye’ ortak. Osmanlı döneminde de ‘bonjour’ vardı.
Bunları işittikçe bu toplumun yüzyıllar boyunca Doğudan ya da Batıdan ithal ettikleriyle yaşayan geri kalmışlığının damgası gibi görüyorum. Aklı başında kalanlar, toplumun içine düştüğü bu vurdumduymazlıktan çok acı duyuyorlar. Sayıları az değil. Ama sesleri davul zurna kalabalığının çıkardığı sesi bastıramıyor.
Sonuçta halkın partileri. Ama demokrasi yokmuş. Ne gam!
Biz zaten çağdaş da uygar da olamadık. Sormaya devam edin!