Yüzleri insanlıkla bedenleri toprakla buluştu

19 Temmuz 2015 Pazar. Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü...

Okan Toygar

“Elbette bir bildiği var bu çocukların
Kolay değil öyle genç ölmek
Yeşil bir yaprak gibi yüreği
Koparıp ateşe atmak”
                        Hasan Hüseyin

19 Temmuz 2015 Pazar. Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü...

Ece Dinç, yakıcı güneşe aldırmaksızın hızlı adımlarla Kadıköy Belediyesi’ne doğru yürürken oldukça heyecanlıydı. Otobüs saat 14.00’te belediyenin önünden kalkacaktı. Haftalardır bu yolculuğa hazırlanıyorlardı arkadaşlarıyla. 1969’da dönemin sosyalistleri nasıl Zap Suyu’na “Devrim Köprüsü” yapmışlarsa, onlar da Suruç’tan Kobani’ye kardeşlik köprüsü kuracaklardı. Oyuncaklar, zeytin fidanları, bebek bezleri, kitaplar götürecekler, hastane, okul, çocuk parkı ve kreş yapımında çalışacaklardı... 

Ailesinin tek çocuğu olan Ece, Kadıköy Anadolu Lisesi’nden mezun olmuş, bir ay önce de üniversite sınavına girmişti. Yirmi yaşındaydı ama yaşadığı coğrafyanın sorunlarının fazlasıyla bilincindeydi. Emekten, özgürlükten ve halkların kaynaşmasından yanaydı. Hayalindeki bölüm olan “Siyaset Bilimi”ne girebilmek için bir yandan üniversite sınavına hazırlanırken, bir yandan da HDP-HDK Kadıköy Gençlik Meclisleri’nde görev yapıyor, kadın özgürlük mücadelesine destek veriyordu. 

DÖNMEK YOK...

Belediyenin önüne geldiği zaman meydanda bir araya gelmiş arkadaşlarını ve ellerinde Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu bayrakları ile coşkulu grubu gördü. “Beraber savunduk, beraber inşa ediyoruz” cümlesi ile başlayan ve “Yüzümüzü insanlığa, halklara dönelim” çağrısıyla tamamlanan basın açıklamasının ardından otobüslerdeki yerlerini alıp yola koyulduklarında saat 15.00’i bulmuştu. Ece, bayramın birinci ve ikinci günü bir arkadaşının cenazesi için Aydın’a gidip geldiği için yorgundu. Biraz da kırgınlığı vardı ama yine de Suruç yolculuğundan vazgeçmemişti. Arkadaşı Çağdaş’a dönerek şakayla karışık, “Eğer yolda iyileşmezsem beni yol üzerinde bırakırsınız, ben geri dönerim” dedi. Çağdaş da “Olmaz, bu yola birlikte çıkıyoruz, ölmek var dönmek yok” dedi gülümseyerek. 

Sabahın erken saatlerinde Suruç’a vardı İstanbul kafilesi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen diğer kafilelerle birlikte yaklaşık üç yüz kişi olmuşlardı Amara Kültür Merkezi bahçesinde. Sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya isteyen üç yüz sosyalist genç... 

Bir grup kahvaltı hazırlarken bir grup da getirilen yardım malzemelerini kültür merkezinin içine taşıyordu. Dayanışmanın ve yardımlaşmanın coşkusu vardı hepsinde. Birisi “Burada çim zor yetişir, zarar vermeyin” diyerek arkadaşlarını uyarıyor, birisi küçük havuz içindeki ördeği besliyor, birisi de yediği karpuzu karıncalarla paylaşıyordu. Öğlene doğru basın açıklaması için herkesin toplanması çağrısı yapıldı. SGDF sözcüsünün Suruç’a gelme amaçlarını anlattığı saniyelerde beline bomba bağlamış olan bir IŞİD militanı hiçbir engelle karşılaşmadan sinsice aralarına karışmıştı. 

İki buçuk ay sonra Ankara Garı önünde yüz üç barış güvercinini katledecek olan Yunus Emre Alagöz’ün kardeşi Şeyh Abdurrahman Alagöz idi bu canlı bomba. Emniyet’te ağabeyi ile birlikte “terör nitelikli kayıp” olarak kaydı bulunuyordu. Muhalif örgütlerin hemen her basın açıklaması veya eyleminde onları kuşatan, konuşturmayan, coplayan, biber gazı sıkan polislerden bir tanesi dahi yoktu. Üstelik daha üç gün önce Urfa Emniyet Müdürlüğü’nden Suruç Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilen yazıda, SGDF’nin Kobani’yi inşa kampanyası nedeniyle Suruç’ta muhtelif olayların yaşanabileceği bildirilmişti. (1)

UMUTLARI VARDI...

Saat tam 12.00’de açıklama yeni bitmişti ve kadınlar slogan atıyorlardı ki tiz bir ses duyuldu. Sesin geldiği tarafa doğru çevrilen başlar Şeyh Abdurrahman ile göz göze geldi. Abdurrahman onlara sırıttı ve o anda kalabalığın tam ortasında büyük bir patlama gerçekleşti. Her şey bir iki saniye içinde olup bitmişti. 

Çıkınlarında ekmek, kitap, barış ve özgürlük dışında hiçbir şey olmayan otuz üç masum insan, ümidin ve hayatın düşmanlarınca katledilmiş, yüz ellinin üzerinde kişi yaralanmış, onlarca kişi yaşam boyu sakat kalmıştı. Çoğu çocuk denilecek yaştaydı ve gelecek güzel günlere dair umutları vardı.

Arkadaşlarının “küçük martı”sı Ece ile birlikte incik boncuk satarak Kobani’deki çocuklara oyuncak almış olan Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğrencisi Ezgi, “Türk genciyim, sosyalist bir kadınım, işçi sınıfı ve ezilenlerin haklı mücadelesini tüm yüreğimle desteklemekteyim” diyen Polen, gözleriyle gülen Büşra, Cumartesi Anneleri’ni hiç yalnız bırakmayan, iki üniversite mezunu Çağdaş ve Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri Nazlı ve Nuray da yaşamını yitirmiş, Kobani’deki çocukları muayene etmek için yola çıkmış olan Dr. Çağla Seven ve çocukları cimnastikle tanıştırmak için yanına minder ve aletler almış olan Koray Türkay ağır yaralanmıştı.

KATLETMEK YETMEDİ

Türkiye’nin dört tarafında analar, babalar evlatlarını gözyaşlarıyla toprağa verdi. Ece Dinç’i de ailesi ve arkadaşları 22 Temmuz günü Karacaahmet’ten yolcu ettiler sonsuzluğa. Ece’yi katletmek gerici faşistlere yetmemiş olacak ki daha ilk gece başucunda duran kızıl bayrak ile tülbenti yakıp, mezarını tahrip etmek istediler. Ertesi gün ailesinin alacağı tek üzücü haber bu değildi. O gün üniversite sınav sonuçları açıklanmış ve Ece çok istediği İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazanmıştı.

Halklara, din, dil, ırk farklılıklarının ya da sınırların, insan olmanın önünde bir engel teşkil etmediğini anlatan Suruç kahramanlarına çok şey borçluyuz. Mücadeleleri, mücadelemizdir. Çünkü Bertolt Brecht’in dediği gibi; “Faşizme karşı birleşmeyenler faşizmin zindanlarında buluşurlar.” 

(1) Hiçbir düş yarım kalmayacak. Suruç katliamı dosyası. Mehmet Lütfi Özdemir. Ceylan Yayınları. 2017, sayfa 134.