Yılmaz Güney’i anlatmak...

Karmaşık kimliği gerisindeki öz Yılmaz Güney’i tüm iç çelişkileriyle, doğru yanlış davranışlarıyla, sevgi dolu sertliğiyle, şiddetle kol kola gezen insancıl yumuşaklığıyla yansıtan Hüseyin Tabak, efsanevi bir angaje sanatçıyı anlatmak gibi zor bir işin altından başarıyla kalkıyor.

Mehmet Basutçu

“Çirkin Kral Efsanesi” belgeselinin Toronto’daki ilk gösterimi, ilginç bir rastlantı sonucu, günü gününe Yılmaz Güney’in ölümünün 33. yıldönümüne denk geldi. Yedi yıla yayılan yoğun bir hazırlık/çekim /kurgu dönemi sonunda oraya çıkan bu önemli çalışmanın mimarı Hüseyin Tabak (1981) mutluydu. Bir bölümü Kanada’da yaşayan Türkiyeli Kürtlerden oluşan ilk izleyicilerin sorularını yanıtlarken de çok heyecanlıydı.

Genç yönetmenin en önemli başarısı,Yılmaz Güney efsanesine hem içerden hem de dışardan bakabilen; onlarca kişinin görüşlerine yer verirken, alabildiğine kişisel kalabilen özgün bir çalışma geçekleştirmiş olmasıydı. Konuya içerden bakıyordu; çünkü, Almanya’da doğan Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’in yanında büyümüştü sanki; evi, babasının yakın arkadaşı olan Güney’in filmleri, kitapları, fotoğraflarıyla doluydu. Dışarıdan bakabiliyordu; çünkü, hayranlarıyla düşmanları arasındaki keskin karşıtlıkların, Türkiye’deki dostları ve yakınları arasındaki kavgaların da dışındaydı. Yılmaz Güney, heykeli yüksek bir kaide üzerine dikilen dokunulmaz bir kahraman değildi onun için; anlamak ve anlatmak istediği, unutulmaması gereken çok yönlü, çok kimlikli bir sanatçıydı. Kendisi gibi birçok genç insanı sinema yapmaya yönlendiren gizemli bir sinema dehasıydı. Bu gizemi çözmeliydi. Gerçeken, kimdi Yılmaz Güney? Türk sinemasının efsanevi Çirkin Kral’ını anlamaya çalışırken, aslında kendini de arıyordu Hüseyin Tabak...

Yalın ve duyarlı...

Karmaşık kimliği gerisindeki öz Yılmaz Güney’i tüm iç çelişkileriyle, doğru yanlış davranışlarıyla, sevgi dolu sertliğiyle, şiddetle kolkola gezen insancıl yumuşaklığıyla yansıtan Hüseyin Tabak, efsanevi bir angaje sanatçıyı anlatmak gibi zor bir işin altından başarıyla kalkıyor. Bu başarı, kahramanını yargılamak ya da yüceltmek gibi dürtülerden arınmış önyargısız bir yaklaşımın ürünü temelde. Görüşlerine başvurduğu yaklaşık elli kişiye de, bu hem öznel hem de nesnel olabilen bakış açısını benimsetebilmiş yönetmen. Bu bağlamda, Nebahat Çehre’nin birlikteliklerini son derece açıksözlü ve içtenlikli bir dille anlattığı bölüm, filmin belkemiğini oluşturan hümanist felsefesinin en güzel, en anlamlı örneğini oluşturmakta. Tıpkı, Yılmaz (Güney) Pütün’ün annesinin, kızkardeşinin ve kızının, yüreklerinin derinliklerindeki Yılmaz’ı yalın ve duyarlı bir dille yansıttıkları bölümler gibi...

110 saat...

Avusturya’da sinema eğitimi görürken hocası olan Michael Haneke’den başlayarak, ölümü kendisinden yıllarca saklanan annesine, eski eşlerine, yakın dostlarına, çalışma arkadaşlarına, 1981’de yurtdışına kaçmasına yardımcı olan dostlarına, hapishane arkadaşlarına, “Yol”u Cannes’a seçen Gilles Jacob’a, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan tüm muhalif sanatçılara kucak açmış olmaktan gurur duyan eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang’a, 1984’te Altın Palmiye’yi paylaştığı Costa Gavas’a dek 47 kişiyle yaptığı çekimlerden 110 saatlık bir malzeme çıkmış! Filmi besleyen onlarca Yılmaz Güney filmini, Duvar”ın (1984) çekimiyle ilgili belgeselleri, arşivlerden çıkan söyleşilerin görüntülerini de eklersek, sinema belleği açısından çok ciddi bir malzemeye sahip olan Hüseyin Tabak, “Kurgu masasına yeniden oturarak uzun bir dizi hazırlamayı düşünüyoruz. Amazon gibi platformlar ilgi gösteriyorlar. Benim için en önemlisi, efsanevi kimliğinin gerisindeki Yılmaz Güney’in unutulmaması, farklı yönleriyle, renkli kişiliğiyle anlatılması...” derken çok haklı. Sinema tarihi ve belleği açılarından çok değerli olan ve daha da gelişeceğini varsaydığımız bu malzemeden, örneğin Erden Kıral ve Şerif Gören’in anlatacakları “Yol Efsanesi” gibi bir dizi konuyu işleyecek yeni belgeselleri merakla bekleyeceğiz.

Deniz Gamze Ergüven, Fatih Akın ve Hüseyin Tabak, yapımcıları yabancı olduklarından, festival kataloğundaki ülkesel sıralamanın Türkiye başlığında yer almayınca, listelerdeki tek Türk filmi, Ayçe Kartal’ın “Kötü Kız”ı oluyor. 2017 yılı içinde 24 festivale katılarak birçok ödül kazanan “Kötü Kız, ARTE televizyon kanalının da katkılarıyla çekilmiş animasyon türünde 6 dakikalık bir çalışma ama, naif eleştirel içeriğiyle gördüğü ilgiyi hak eden özgün bir çalışma...

Ayrıca, ilgili bakanlıklarımızın desteği ve burada yaşayan Türkiye kökenli genç sinemaseverlerin elbirliğiyle bu yıl üçüncü kez faliyet gösteren standımızın düzenlediği özel gösterilerde, “Buğday” (Semih Kaplanoğlu, 2016) ile “Ayla” (Can Ulkay, 2017) da izlenebilecek...