Yeni Soğuk Savaş'ın şekillenme süreci

Gürcistan savaşının ardından ABD sırtını NATO'ya dayarken, Rusya da Şanghay İşbirliği Örgütü'nden destek alıyor. Dolayısıyla yenilenmekte olan Soğuk Savaş döneminde de eskisinde olduğu gibi karşılıklı paktların etkin olacağı açıkça görülüyor.

cumhuriyet.com.tr

İkinci bir Soğuk Savaş’ın ortaya çıkma sürecine girilmesi sanıldığı kadar korkunç bir durum değil. Soğuk Savaş’ı getiren dehşet dengesi tehlikeli politikalara karşın bu durum Üçüncü Dünya Savaşı engellemişti. İki kutuplu dünya düzeni –henüz başarılamamış olsa da- şu ana kadar küresel barış konusunda en çok titizliğin gösterildiği düzeni yeniden sağlayabilir. Böyle bir ortamda büyük güçler arasında ince ve gizli hesaplar yoğunlaşacağa benzerken, bu durum yanlış hareketleri de ortaya çıkarabilir.

Gürcistan ile ortaya çıkan ve gelişmekte olan mevcut durum Soğuk Savaş’ın alevlenip alevlenmediği konusundaki tartışmaları gitgide artırırken, bugünkü tek kutuplu dünya düzeninden iki kutuplu ya da çok kutuplu bir düzene geçileceği konusu da artık daha detaylı irdelenmeye başlamıştır. Mevcut tek kutuplu düzenin değişeceğine çoğunluk kesin gözüyle bakmaktadır. Bunun nedeni kuşkusuz pax-Americana’dan bıkan dünyanın tek kutuplu düzende azamileşen sömürünün kısa zamanda dengelenmesine ihtiyaç duymasıdır. Ancak yeni düzenin iki kutuplu mu yoksa çok kutuplu mu olacağı hala tartışma konusudur.

 

Güç odakları ve yeni paktlar

Yeni Soğuk Savaş döneminde odak ülkeler yine ABD ile Rusya olmaktadır. Dünyada bu iki ülkenin gücüne ve küresel dış politika müdahaleciliği anlayışına sahip olan üçüncü bir ülke daha şu anlık yoktur. Bu da yeni sistemin şekillenmesinin bu iki gücün etrafında olacağının göstergesidir. Her ne kadar artık ideoloji öncelikli değilse de doğu ve batı liberalizminin birbirinden farklı geliştiği görülmektedir ki, doğu liberalizmine sahip olan devletlerin bugünkü güçlenmesinde jeopolitiği ön planda tuttukları görülmektedir. Zaten yeni kutuplaşmanın jeopolitik üzerine odaklanmış olması da Gürcistan’daki savaş sayesinde açıkça gözler önüne serilmiştir. Bu yüzden jeopolitik öneme sahip olan cephe ülkeleri yeni düzende olası bir dünya savaşının potansiyel kırılma coğrafyaları konumundadırlar.

Bugünkü karşılaşmada görüldüğü üzere ABD sırtını NATO’ya dayarken, Rusya da Şanghay İşbirliği Örgütü’nden destek almaktadır. Dolayısıyla yenilenmekte olan Soğuk Savaş döneminde de eskisinde olduğu gibi karşılıklı paktların etkin olacağı gözükmektedir. Şu anda anlamını ve değerini yitirdiği halde genişleme çalışmalarını yürüten NATO, Varşova Paktı’nın yerini alacağını düşünebileceğimiz, ancak yeni şekillenmeye başlayan ŞİÖ ile karşı karşıya kalacak şekilde gelişmeler sürmektedir. Olaylar bu şekilde gerçekleşirse ortaya çıkan kutuplaşma NATO’nun tekrar anlam kazanmasına da yol açabilir.

Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın çöküşü ekonomi temelli olmuştu. Ancak eğer ŞİÖ eski Varşova Paktı’nın yerini alırsa, ekonomi konusu zayıflığın aksine paktın gücünün sürekliliğini sağlayacak şekilde kuvvetli olacaktır. Çünkü ŞİÖ Orta Asya’daki enerji kaynaklarının güvenliği üzerine oluşturulmuştur. Bu durum NATO için ciddi bir dezavantajdır. Çünkü ABD hariç tüm NATO ülkeleri doğalgazda önemli ölçüde Rusya’ya bağlı olacaktır. Bugün % 30’lar civarında seyreden AB’nin bu bağımlılık oranının 2020’de % 70’leri bulmasından korkulmaktadır. Yani paktlaşması muhtemel bir ŞİÖ, NATO üzerinde enerjiye dayalı ciddi bir ekonomik etkiye sahip olacaktır. Bunun Rusya, Hazar ve Orta Asya’ya yönelik politikalarda ABD ile NATO Avrupa’sı arasında ikilik yaratması beklenmelidir.

ŞİÖ gerçek bir savunma paktına dönüşüp NATO’nun karşısına dikilirse, Çin ve Rusya’nın arasındaki savunma ortaklığı sayesinde güç dengesi Rusya ve müttefiklerinin tarafına kayabilir. Bu durumda ABD’nin NATO’yu Atlantik’in çok daha ötesine taşıyarak güçlenmiş bir Japonya ya da Hindistan’dan en az birini NATO bünyesine katması, diğerinin de ŞİÖ’ye katılmasına engel olması gerekmektedir. Burada özellikle Hidistan’ın ciddi bir belirleyiciliği olabilir. Dolayısıyla Hindistan’ın bundan en verimli şekilde yararlanabilecek şekilde bağlantısız olarak denge siyaseti gütmesi beklenebilir.

Rusya ise Gürcistan’da ortaya çıkan durum sayesinde Kafkaslar’da son söz söyleyen ülkenin kendisi olduğunu ispatlarken, ABD’den medet ummanın bir sınırı olduğunu hem bölge ülkelerine hem de dünyaya göstermiştir. Bu durum, Rusya’nın güçlendiği doğrultusunda dünyaya gönderdiği bir mesajdır. Aynı zamanda Rusya’nın güçlenmesi stratejisinin de bir parçasıdır. Anlaşılan o ki, Rusya süper güç titrine ulaşmayı beklenenden daha erkene almaya çalışmaktadır. Bunu da ABD’nin Irak ve Afganistan sayesinde elleri kolları bağlıyken yapabileceğini ummuştur. Yani ivme kazanması için zamanlamasını iyi hesap etmiştir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi tartışmalarının ciddiyet kazanması da ABD’nin iki sene içinde Rusya’nın güçlenmesine karşı daha fazla önlem almaya çalışacağının bir göstergesi olabilir.

 

Çok kutuplu mu yoksa iki buçuk kutuplu mu? 

Aslında bir süredir dünyanın çok kutuplu bir düzene doğru gitmekte olduğu söylenmektedir. Alvin Toeffler’in süper güç olma şartlarını kaba kuvvet, ekonomik güç ve bilgi gücüne sahip olmak şeklinde yansıttığını biliyoruz. Ancak bu tarif bile bugün yetersiz kalmaktadır. Bu üçünü önşart olarak kabul ederek, buna hedefe yönelik kültürel gelişmeyi de eklemek gerekir. Bu yüzden büyük güçlerin bugünkü durumlarına bakıldığında süper güç olan ABD ile süper güç eğiliminde olan Rusya’nın haricinde üçüncü bir süper güç adayı gözükmemektedir. Dolayısıyla çok kutuplu bir sisteme geçilmesi zor gözükmektedir. Bunda etkin olacak iki güç Çin ve AB’dir.

ABD ve Rusya’ya en yakın üçüncü güç Çin olsa bile, Çin’in kültür yapısının tarihe yansıması, bu ülkenin sadece bölgesel güç olarak kalacağı görülmektedir. Bununla birlikte Çin dengeleri değiştirebilecek bir yarım güç durumunda olup son derece önemli bir konumdadır. Her zaman ABD ile Rusya ararsında bir tercihe ya da tercihsizliği başvurabilir. İlk olarak tercihini ŞİÖ çerçevesinde Rusya olarak yapmıştır. Çin’in iki güç arasında böylesine idealist diyebileceğimiz bir tercih yapması, bulunduğu çevrenin güvenliğinin sağlanmasını öncelikli olarak düşündüğünü göstermektedir. Zaten tarihte sürekli kendi çekirdeğini ve çevresindeki etki alanını muhafaza etmiş olan Çin, savunmacı bir askeri kültür yapısına sahip olmuştur. Denizaşırı kolonicilik gibi bir planları da olmamıştır. Örneğin onca zaman aralarında aşılabilecek bir deniz bulunan Japonya’yı istila etmeye kalkmamışlardır. Dolayısıyla Atlantik’te ya da Karayipler’de savaş gemisi bulundurmak gibi düşüncelere sahip oldukları söylenemez. Hedefi Asya’da bulunduğu toprakların çevresindeki barışı kendi bakış açısından sağlamak, bunun içinde sahip olduğu ekonomik gücü ise en verimli biçimde kullanmaktır. Bunun Tayvan, Kore ve Afganistan gibi Çin’in bölgesel güvenliğine doğrudan yönelik sorunlardan öteye geçmesini beklemek biraz hayalcilik olur.

AB ise bugün dişleri sökülmüş aslan gibidir. Ekonomik gücü oldukça gelişmiş, ancak kaba kuvveti eksilmiştir. Kâğıt üstünde kuvvetli bir ordu kurabilir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra düşüncelerde başlayan demilitarizasyon dönemi, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Avrupa’da askerliğin son derece göz ardı edilmesine neden olmuştur. Bu durum değiştirilemezse kâğıt üstünde bir kaba kuvvete sahip olmaktan öteye gidemeyecektir. Değiştirilmesi ise toplumsal düzeyde bazı zorlamalarla olabilir. Ancak toplumsal refahı oldukça yüksek olan AB ülkelerindeki vatandaşların düşünce yapılarının buna imkân vereceği pek düşünülmemelidir. Başka bir deyişle ulusal askeri kültürlerin yerini bir ölçüde Modern Askeri Kültür’e bıraktığı Avrupa’da savaşçılık da bu sayede zayıflamıştır. Son 15 sene içinde Balkanlar, Irak ve Afganistan’da yaşanan savaşlarda Avrupa Birliği’nin askeri-siyasi beceriksizliklerinin açıkça ortaya çıkması bu yüzdendir. Kaldı ki, AB’nin gerçek bir birlik olduğu da tartışmalıdır. Çünkü halkının yarısından çoğu AB Parlamentosu’nun seçimlerine katılmamakta olup, katılım oranı yaklaşık on senedir düşüş eğilimindedir. Bu da yetmiyormuş gibi birlik şimdiden Almanya ve Fransa diye içinde sorun çıkartabilecek iki ulusal odağa ve etki alanlarına bölünmüş olup, bu bölünme genişlemeyle gelen yeni sorunları da beraberinde getirmektedir.

 

Askeri güçteki dengeler

ABD ve AB kalitesi yüksek teknolojik orduya sahip olup, asker sayıları stratejik hedeflerin başarılması için düşüktür. Bu tarihi bir gelişimin sonucu olup, buna paralel olarak askeri kültürleri de zayıflamıştır. Bu tarz bir orduyu yenmek için çare sürekli beslenen bir asimetrik savaş halidir. Belli bir coğrafi ortamda kayba karşı hassasiyet hedeflenerek, bireyselleştirilmiş çarpışmaların -ki, bunun en etkin yöntemi intihar bombalamalarıdır- sonuçları medyaya net bir şekilde yansıtıldığında, bu ülkelerin kamuoylarında yapacağı deprem etkisinin beklenmesi yeterlidir. Yani karşılarındaki süper gücün kendileriyle doğrudan savaşa girmek yerine var olan başka bir savaşı desteklemesi ya da yürütmesi yeterlidir. Bunun en önemli örneği şüphesiz Vietnam olmuştur.

Rusya ise kalitesi yüksek olmakla birlikte savaş ekipmanı batı kadar kaliteli olmayan bir teknolojik orduya sahiptir. Asker sayısı stratejik hedeflerin başarılması için düşük gözükmektedir Askeri kültürü ise batılılara göre çok daha sağlamdır. Rusya’da da kayba karşı hassasiyet artma eğiliminde olup, sorun oluşturabilecek düzeydedir. Aynı zamanda kuvvetli devlet yapısının medya üzerindeki kontrolü bunu erteleyebilecek güçte olması sayesinde bu konuda batıdan daha avantajlıdır.

Çin ise kalitesi yeterince yüksek olmayan teknolojik bir orduya sahiptir. Asker sayıları abartılacak kadar büyük olmamakla birlikte stratejik hedeflerin başarılması için yeterlidir. Çünkü stratejileri kendi bölgesi ve çevresindeki etki alanıyla sınırlıdır. Askeri sistemi savunma üzerine oturmuştur. Hem kayba karşı hassasiyet ile ilgili ciddi sorunları yoktur hem de devletin medya üzerindeki kontrolü güçlüdür. Dolayısıyla askeri kültürü savaşabilirlik açısından hem batılılara hem de Rusya’ya göre çok daha sağlamdır.

Bu durumda Rusya Çin’i ek bir güç olarak beraberinde kullanabilecektir. Bu aynı zamanda anlamlıdır. Ancak Ruslar’ın gerektiğinde Çin’i bölge dışındaki çatışmalara asker göndermesini sağlaması beklenmemelidir. ABD ile AB arasında ise bu konuda tam bir zıtlık mevcuttur. Çünkü güçlü ordusuna rağmen yıpranmakta olan ABD’nin, AB üyelerinin ordularına da, AB’nin oluşturması muhtemel tek bir orduya da güvenmesi beklenmemelidir. Zaten Bosna’da, Irak’ta ve Afganistan’da bu konuda Avrupa ülkelerine ne kadar güvenilebileceğini bütün dünya görmüştür.

İkinci bir Soğuk Savaş’ın ortaya çıkma sürecine girilmesi sanıldığı kadar korkunç bir şey değildir. Unutulmamalı ki, Soğuk Savaş’ı getiren dehşet dengesi tehlikeli politikalara rağmen bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasını önlemiştir. İki kutuplu dünya düzeni -başarılamamış olsa da- şu ana kadar küresel barış konusunda en çok titizliğin gösterildiği düzendi. Öte yandan çok kutuplu dünya düzeninin getirdiği büyük güçlerin ittifaklaşmaları sonrasında iki dünya savaşının meydana geldiğini hatırlamak gerekir. Böyle bir ortamda büyük güçler arasında ince ve gizli hesaplar yoğunlaşmakta ve gizli hesaplar sonucu yanlış hareketler ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu ise kitlelerin katlini getirmektedir. Tek kutuplu düzen ise aslında en barışçı olması gereken ama her zaman sömürünün en hızlandığı ve sonunda dünya genelinde kargaşalıkların başladığı dönemlerdir. Tarihi gelişimi göz önünde bulunduracak olursak iki kutuplu düzenin en azından bugün dünyanın artık nefret ettiği pax-Americana’dan daha iyi olacağını söyleyebiliriz.