Yeni iktidar aracı: Yüzleşme

Dersim, 12 Eylül, Maraş, Diyarbakır Cezaevi... Türkiye tarihi yüzleşilmesi gereken katliamlar, yıkımlarla dolu. Bugünüyse dünü aratmayan baskılarla... Uludere'de çoğu çocuk 34 kişiyi öldürenler yargılanmadı bile. Pozantı'da Diyarbakır Cezaevi'ni aratmayan uygulamaları yapanlar terfi ettirildi. Sivas'ta 35 insanı yakanlar serbest bırakıldı. Bize sık sık 'yüzleşme'den bahseden AKP bunlarla hesaplaşabilecek mi?

cumhuriyet.com.tr

“Bir olayı ileri sürenle, inkâr eden kimselerin yüz yüze gelerek sözlerini tekrarlaması”. İşte böyle açıklanıyor yüzleşmek sözcüğü Türk Dil Kurumu’nda. Oysa bugünlerde herkes, iktidar bile hep “ileri süren” saflarında. Önce Dersim’e dair belgeleri getirdi Meclis’e Tayyip Erdoğan. Sanki iktidarda olan o değilmiş, devraldığı sistemin ötesindeymiş gibi “hükmetme”nin sorumluluğunu taşımadan Dersim katliamından bahsetti bize, ardına bir de “kendi” adına özür dileyerek. Kişisel bir husumetten bahsediliyormuşçasına... Sonra 12 Eylül’e geldi sıra, hep 17 yaşında kalacak Erdal Eren’in ailesine yazdığı mektubu okudu ağlayarak. 28 Şubat da unutulmadı...

Oysa çoğunluğu daha 18’ine gelmemiş 34 insanın katledildiği Uludere’den bahsederken ne TSK’ye teşekkür etmekten geri kalmıştı, ne Sivas davasında zamanaşımı olurken dalga geçer gibi, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” demekten. Bugünün zalimiyken, dün söz konusu olduğunda mağdur olmaktan geri kalmadığı gibi... Peki neden? İktidarın dilinden düşürmediği bu “yüzleşme” söylemleri neyi amaçlıyor? İktidar eliyle bir “yüzleşme” yaşanması gerçekten mümkün mü? Yanıtları, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nazan Üstündağ ve tarihçi Prof. Dr. Taner Timur’dan aldık. Söz önce Üstündağ’da...

- Sürekli bir yüzleşme, tarihle hesaplaşmadan bahsediliyor. İşin ilginci, bunlar resmi tarihte yer bulamayanların acı ve mücadelelerine yer veren yeni bir tarih yazımı talebiyle değil, iktidar söylemiyle gündemleşiyor. Neden sizce?

- Birkaç şey söylemek mümkün. Biri, yeni anayasa yapılmasına kalkışılıyor. Yeni anayasa yapılırken diğer ülkelerdeki örneklerde gördüğümüz gibi hep bir kopuşa ihtiyaç duyuluyor. Irak’ta Saddam rejiminin yıkımının ardından yeni bir sivil anlaşma olarak hayal edildi, anayasa. Türkiye’de de AKP kendini anayasanın kurucu aktörü olarak tanımlarken diğer yandan kendini daha önceki rejimlerden ve onların yarattığı yıkımlardan kopartarak yeniden meşruiyet sağlamaya çalıştığı bir strateji uyguluyor... İkincisi, bu yüzleşme söylemleriyle şu anda yaşadığımız felaketleri görünmez kılmayı da amaçlıyor.

- Böylesi bir “hesaplaşma dönemi” bize gerçek anlamda bir “yüzleşme” sağlar mı? İktidar eliyle “yüzleşme” mümkün mü?

- 1980-84 arası diktatörlük rejimini, 90’larda yaşanan büyük felaketleri konuşmak için kullandığımız, muhalefetin çok uzun yıllardır gündeme getirdiği, İHD’nin, TİHV’nin, tutuklu yakınları derneklerinin... ortaya çıkardığı bir söylemdi, yüzleşme. Özellike, 80-84 arası Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar üzerinden 78’liler sık sık gündeme getirdi. Şimdi bir anda AKP bu söylemi sahiplendi. Aslında bu AKP’nin her zamanki stratejisi, o kavramı üstlenirken hem kendini sanki iktidar değilmiş de mağdurmuş gibi yeniden kuruyor hem de o söylemin içini boşaltıyor. Bunun içi boşalıyor derken şunu yadsımıyorum; Temizöz davası çok önemlidir, Ergenekon davasının belli süreçleriyle belli ilişkilerin ortaya çıkması da. Dargeçit gibi toplu mezarların açılması, Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili savcıların verdiği reaksiyon önemli. Ancak Dersim’de 38’de insanlar öldürülmüştü, bugün barajlar aracılığıyla coğrafya katlediliyor. İnsanlar 90'larda köylerinden çıkarıldı, bugün kentsel dönüşüm kisvesiyle evlerinden atılıyorlar. 90'larda halkın içinden çıkan muhalif öğretmen, imam, halk liderleri Hizbullah ya da JİTEM kullanılarak öldürtülürdü. Bugün cezaevine konuluyor. Dünkü olaylarla yüzleşmek biraz bugünü de görünmez kılıyor.

- Yıllar sonra bugünler için de bir “yüzleşme”den bahsedilecek kuşkusuz. Dünü yok saymaktan bahsetmiyorum tabii ki, ancak toplum olarak bugünün “hesabı”nı sorma yeteneğinden, enerjisinden mi mahrum kalıyoruz?


- Kaç senedir hâlâ her cumartesi kar-yağmur demeden çocuklarını arıyor insanlar. Bomba sesleri altında genç kızlığını geçirdiği için âdet göremeyen kadınları, çektiği işkenceler yüzünden hiçbir zaman evlenemeyen erkekleri, ağabeylerinin yokluğuyla, babalarının kırılmış gururuyla büyüyüp de polise taş atan ve sonra kendi de yıllarca cezaevinde kalıp tecavüze uğrayan çocukları... Bunların sorumluları insan içine çıkamamalı, memur maaşı alamamalı, emekli olamamalı. İnsanlar “ayıplama”yı öğrenmeli. Bazı şeyler ayıptır, dini olarak da, insani olarak da, komşuluk ilişkileri için de ayıptır. İnsanlar ayıplamalı ve bunların bir daha olmamasını sağlamalı. Ne yazık ki, gündeme getirdiğimiz her türlü muhalif ve birazcık daha barış ortamı sağlayacak, insanların birbirinin suratına bakabilmesini sağlayacağını umduğumuz bütün kavramlar kısa sürede tüketiliyor. Bu dünyanın global kültürüyle de, neoliberalizmle de ilgili tabii.

- Muhalefeti de çok sıkıştıran bir şey kavramların içinin boşaltılması...


- Ancak şöyle bir şey var; somuttaki mücadele için, o kavramların içi boşalmıyor. Mesela İHD için hiçbir zaman kayıpların bulunmasının içi boşalamaz, onlar insanla uğraşıyorlar çünkü. Bir Kürt için yeni anayasa lafının içi boşalamaz. Bunca felaketin ardından burada nasıl yaşayacaklarının cevabını bekliyorlar çünkü. Dolayısıyla kavramlara çok takılmamak ve durumlara olay içinde bakmak lazım. Demin “ayıplamak” sözcüğünü kullandım ancak yarın öyle bir şey olacak ki anlamsızlaşacak. Şu anda bu kavramı sadece “bu ülkede bir şeylerin yapılamaz olması” gerektiğini anlatmak için kullanıyorum.

- Bunun olabilmesi için de gerçek bir hesaplaşma, yüzleşme sağlanmalı. Peki ama nasıl?

- Bu hangi mekanizmalarla sağlanacak, çökmüş bir “ahlak” yeniden nasıl kazandırılabilir topluma, bilemiyorum. Her türlü yüzleşmenin fayda sağladığını söylemek doğru olmaz. Güney Afrika örneği beğenilirdi ancak şimdi çok eleştiriliyor. Ulus devleti yeniden kurmak amacıyla birçok şeyin örtbas edildiği, gündelik eşitsizlikler üzerine gidilmeden belli hak ihlallerine odaklandığı için doğru bir yüzleşme olmadığı, Afrika’yı geriye götürdüğünü söyleyenler var. Bence Arjantin’de çok iyi bir yüzleşme yaşandı. 90'larda işçi sınıfının yükselmesi ve işçi sınıfıyla rejim tarafından mağdur edilmişlerin birbirine arka çıkmasıyla mümkün oldu bu. Hangi yöntemle, hangi teorik süreçle olacak, bunun bir reçetesi yok, ama olmalı.

- Geçmişi deşmek, geçmişle hesaplaşmak, yüzleşmek aslında yeni geleceğe şekil vermekle alakalıdır. Bugün iktidar eliyle yapılan bir yüzleşmeyle nasıl bir toplum tahayyülü çıkacağına dair yorumda bulunmak mümkün mü?

- Devletin bedenimize, ilişkilerimize sürekli olarak tecavüz ettiği bir toplumsallık kurulmuş vaziyette. İşin kötüsü birtakım kurumların ve kişilerin de devlet ideolojisini üstlenerek, kullanarak, devlet gibi davranarak tecavüzü devam ettirdiği bir yapılanma bu. Yeni akitlere ihtiyacımız var. Bunları bulmak için de geçmişe bakıp ayıplamamamız lazım. Uğur Kaymaz’ın, Ceylan’ın nasıl öldürüldüğünü sorgulamadığınız için zaten Uludere'de çocukların üzerine bomba yağdırabiliyorsunuz. Diyarbakır Cezaevi’nin yaşandığı bir ülkede bir Pozantı; Cizre Nevruz katliamını yaşamış bir ülkede bir Uludere olmamalıydı. 38 katliamının arkasından mahkeme oradaki Alevilerin katliamı hatırlamak için ağaca, suya verdiği isimleri, yas tutma hakkını elinden alarak, “Buralar kutsal yerler değildir, baraj yapılabilir” kararını vermemeliydi.


“Tarihle hesaplaşma”, Devrim ve Karşı-Devrim

Prof. Dr. Taner Timur / Tarihçi


“Tarihle hesaplaşma”, özgür bir toplumda sürekli yapılan ve yapılması gereken demokratik bir etkinliktir. Ne var ki bazı hallerde, özellikle de devrim ve karşı-devrim koşullarında, bu hesaplaşma bir “kampanya” haline dönüşür ve söz konusu “hesaplaşma”yı sağlıklı değerlendirmek için kampanyayı yürüten güçlerin toplumsal konumlarını ve ideolojik dürtülerini çözümlemek kaçınılmaz olur.

“Devrim” tüm yönleriyle geçmişe “hesap sormak”tır ve her devrimden sonra iktidara gelenler kurulacak yeni düzeni meşru kılmak için eski düzenin bütün haksızlıklarını ortaya koymaya çalışır. Modern devrimlerin anası sayılan Fransız Devrimi’nde de, ilhamını Fransız Devrimi’nden alan Türk Devrimi’nde de durum farklı değildi. Türk Devrimi'nde “mülk-devlet” anlayışından “laik cumhuriyet” anlayışına geçilirken elbette ki yozlaşmış rejim tüm yönleriyle acımasızca eleştirilecekti. Osmanlı devletinin “(son döneminde) ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmadığını” anlatırken Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı da buydu.

Ne var ki her devrimin bir de “termidor”u vardır ve bizde de cumhuriyet kurulurken “görüş ufkunun sınırlarına gelen” kimi önderler yavaş yavaş “devrimci cephe”den uzaklaşmıştır. Çıkan kavgada da, devrim, bazı çocuklarını yemiştir. Sapla samanın karıştırıldığı ve karşı-devrimle savaşın yer yer zulme, hatta kırıma dönüştüğü durumlar günümüzde genellikle kabul ediliyor. Bu haksızlıkları anlatmak ve eleştirmek, kuşkusuz devrimci-demokratik bir görev. Sanıldığının aksine, bu eleştiri bir ölçüde tek parti döneminde de yapılmıştır. Ancak bu “hesaplaşma” çok partili hayata geçiş yıllarında bir “kampanya”ya dönüştü ve hepsi CHP içinden çıkmış -hatta biri başbakanlık yapmış- bir ekip, “şeflik sistemi yirmi yedi yıl (1923-1950) milleti ezdi” edebiyatıyla iktidarı ele geçirmeyi başardı. Demokrat Parti sınıfsal dayanakları ve ideolojik dürtüleri itibarıyla “karşı-devrimci” bir parti değildi; fakat iktidara yürürken seçim ve oy hesaplarıyla tüm karşı-devrimci öğeleri kışkırtmayı ve peşinden sürüklemeyi becermişti. Bu öğeler zamanla güçlenip laik rejime açık tehlike oluşturunca korkuya kapılıp “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nu çıkaran da yine D.P. oldu. Oysa artık ok yaydan çıkmış, şeriatçı öğeler siyasal hayatın bir parçası haline gelmişti. Gerçekten de daha 1967’de TOBB başkanlığına gelerek Milli Görüş’ü siyasal bir güç haline dönüştüren Erbakan ve daha sonra da onun içinden çıkan “yenilikçi hareket” bu öğeleri başarıyla kullandı.

Bu gelişimin sancılı aşamalarını bugün bütün ayrıntılarıyla biliyoruz, bunları burada özetlemeye kalkmayacağım. Ne var ki varılan noktada AKP’nin “geçmişle hesaplaşması” yoğun bir “kampanya”ya dönüştü ve son yıllarda da artık sadece tek parti dönemi değil, onun günümüzdeki uzantısı sayılan “darbeci Kemalist çeteler” ya da “Ergenekon terör örgütü” hedef olarak seçildi. Sonuç; kendi kendine telkin mekanizmalarıyla beslenen bu kampanya ülkede tam bir cadı kazanı atmosferi yarattı. Bu ortamda üretilen ve adaleti felce uğratan -çoğu ilerde inanılmaz görünecek- yüzlerce ihbar, karalama, suçlama ve soruşturma örneği verilebilir. Sadece şunu söyleyelim: Yakınlarda bir AKP başkan yardımcısının -hâlâ başkanı bulunamayan- “Ergenekon Terör Örgütü”ne Merkel, Netanyahu, Sarkozy, Peres, Kılıçdaroğlu ve Öcalan gibi isimleri de dahil etmesi, yaratılan Kafka dünyasında nerelere varıldığını gözler önüne seriyor. Sayısız aydın bu ortamda açılan davalarda tutuklandı; dinleme “belge”leriyle iftiraya uğradı, karalandı.

Her türlü anlamıyla “devrim” sözcüğünden nefret eden AKP iktidarının ve onun kontrolündeki medyanın “geçmişle hesaplaşma” kampanyası, sınıfsal ve ideolojik dayanakları itibarıyla karşı-devrimci bir potansiyel taşıyor ve oklar da, doğrudan “laik cumhuriyet” hedefine yönelmiş bulunuyor. “Darbe takıntısı” içinde yaşayan çevrelerin, eğer bunlar gerçek bir demokrasi özlemi içinde yaşıyorlarsa, örneğin Tunuslu En Nahda Başkanı Raşid el Gannuşi’nin, 1987’de, kendisine yakın bazı generaller aracılığıyla bir darbe girişiminde bulunduğunu; bu yüzden Tunus’tan sürülerek yıllarca ülkesine ve Mısır, Libya gibi ülkelere sokulmadığını; fakat, bu gurbet yıllarında Türkiye’yi sık sık ziyaret ederek AKP liderleriyle yakın dostluklar kurduğunu; ülkesinde yasak olan eserlerinin en çok Türkiye’de okunduğunu ve -kendi ifadesiyle- “Türk İslamcılara teorik katkıda bulunduğunu” da tartışmaları gerekmez miydi? Aslında, bu, şu anda sorulabilecek bir sürü sorudan sadece biri.

Kolaj: EYLEM ZOR