Yeni bir dönem başlıyor
Prof. Timur: Bu vesileyle Albert Camus’nün “Veba” romanını anımsıyorum. Fransız yazar 1947’de yayınlanan romanının ana tezini, 1941’de, Fransa Nazi işgali altındayken tasarlamıştı. Geçmişte Oran şehrini kırıp geçiren veba hastalığını, Nazizme benzetiyordu. Salgınla, hayatı bahasına, kahramanca savaşan Dr. Rieu ise gerçek bir özgürlük savaşçısını simgeliyordu. Bugünlerde de çok sayıda Dr. Rieu’ye ihtiyacımız var! Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği” (Lenin) bir dönem başlıyor!
Hilal KöseSalgının yakıcı etkilerini ülkemizde hissettiğimiz şu günlerde hepimizin kafasında aynı soru: Bundan sonra ne olacak? Yalnızlık ve çaresizlik duygusuyla geçirdiğimiz günlerin ardından normale dönebilirsek aynı hayatı mı yaşamaya devam edeceğiz? Yoksa ülkemizde ve dünyada bir şeyler değişecek mi? Bilinmezlik denizinde kulaç atarken, aydın, düşünür Prof. Dr. Taner Timur'a yönelttik sorularımızı. Timur, "Bugünlerde de çok sayıda Dr. Rieu’ye ihtiyacımız var! Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği” (Lenin) bir dönem başlıyor" diyor.
Öncelikle duygularınızı öğrenmek istiyorum. Bu salgın sizde hangi duyguları uyandırdı? Pek çok kişi belirsizlik yüzünden panik içinde...
Doğrusu olayın vehametini anladığım andan itibaren karışık duygular yaşadım. İleri yaşıma rağmen bu çapta bir salgına ilk kez tanık oluyordum ve ilk anda tüm analiz yeteneğimi kaybettiğimi hissettim. Oysa olayda, korku ve korunma refleksi dışında, zihni tahrik eden bir taraf da vardı. Yepyeni koşullarda “somut durumların, somut tahlili” dediğimiz taraf.. Yine de, olası bir felaketin çapını hissederek, “keşke bu günleri görmeseydim!” diyebileceğim günlere gelinmemesini dilerim! Oysa olumlu gelişmeler de olabilir. En iyimser olasılık da şu: tüm araştırma kurumlarının seferber olduğu bu günlerde, bir an önce kesin bir tedavi şekli bulunur ve bizler de bu kara günleri hatırlayarak acı acı güleriz!
Karantina günleriniz nasıl geçiyor. Ertelediğiniz işler, planlar vardır muhakkak, paylaşabilir misiniz bizimle?
Yaşantımda büyük bir değişiklik yok. Emekli bir öğretim üyesi olarak hayatımın büyük kısmı zaten evde, eşimle konuşarak ya da bilgisayar başında geçiyordu. Yine de “ev hapsi” duygusu hiç de hoş bir duygu değil.. Ertelenen işe gelince, son yıllarda yazdığım bazı makaleleri “Popülizm Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası” başlığı altında toplamıştım. Nisan başında yayınlanacaktı.
Münasebetsiz Korona onu da erteledi.
Korona’nın yarattığı kriz kapitalizmin iç dinamiklerinden kaynaklanmadı. Onu sisteme tamamen yabancı bir unsur (Covid-19) tetikledi. Devletler de, kriz korkularının zaten artmış olduğu bir dönemde, yoksulların imdadına koşmak zorunda kaldılar. Böylece bir bakıma dönüşü de hayli zor olan bir yola girildi. İsteseler de istemeseler de artık yoksul sınıfları hesaba katmak zorunda kalacaklar. Nitekim sağcı iktidarlar, telaş içinde, şimdiye kadar uzak durdukları işçi sendikalarıyla temaslara başladılar bile..
KORKU KÜRESELLEŞİYOR
Tarihteki salgınlarla, yaşadığımızı karşılaştıracak olsanız neler söylersiniz? Toplumlara nasıl yön vermiş salgınlar?
İnsanlık, aslında çok daha öldürücü salgınlar yaşadı. Bu salgının özelliği ise çok büyük bir hızla yayılıyor olması. Her salgın, bulaştığı toplumu çağının sosyo-ekonomik koşulları bağlamında yönlendirir. Bu salgın da insanlığı küresel kapitalizm ve elektronik iletişim çağında yakaladı. “Küreselleşme” olgusu maalesef daha çok bir takım olumsuz durumların küreselleşmesi şeklinde ilerliyor. Şimdiye kadar ne özgürlük, ne refah, ne bilim, ne de teknoloji küreselleşti. Şu anda ise, büyük bir hızla, hastalığın ve korkunun “küreselleşmesine” tanık oluyoruz.
Herkes bu bir dünya sınavı diyor. Nasıl dersler almalıyız - ya da alacağız- bu salgının bir sınav olduğunu düşünürsek?
Evet, bu bir çeşit insanlık sınavı. Virüslerin en korkuncu tıp dünyasını da gafil avladı. Covid-19’a karşı ne bir aşı var, ne de kesin etkili bir ilaç. İleri sürülen ilaçlar da daha önce sıtma, Ebola gibi hastalıklarda kullanılmış ilaçlar; sonuçları da kesin değil. Örneğin Klorokin’in avukatlığını yapan Fransız profesörü (Marsilya Üniversite Hastanesi) destekleyenler olduğu gibi, sert bir dille eleştirenler de oldu. Hatta bazı komplo kuramcıları kendisini ilaç şirketlerinin, Yahudi lobilerinin ajanlığıyla bile suçladılar. Sağlık Bakanımızın Çin’den bize de gelmeye başladığını söylediği Favipiravir de, kendi ifadesiyle, virüsü yok etmiyor, sadece tedavi süresini kısaltıyormuş? Yani insanlık yine eski çağların tecrit ve karantina yöntemlerine mahkûm kaldı. “Eve kapanın, ellerinizi sık sık yıkayın!”. Bugünlerde en çok duyduğumuz sözler bunlar! Hatta “elimizi nasıl yıkayacağımız?” konusunda dersler bile almaya başladık! Tek amaç hastalığı zamana yaymak, kesin çareler araştırmak ve bu arada da küresel sistemin çöküşünü önlemek!
SİHİRLİ FORMÜL PARA POMPALAMA
Peki, kabaca sormam gerekirse, kapitalizm çöker mi? Sistemi ne kadar etkiler?
Aslında son günlerde neredeyse tüm devletler kapitalizmi kurtarmaya çalışıyorlar. Bunun için de keselerin ağzını açtı, para dağıtıyorlar. Çünkü siz herkesi eve tıkarsanız, ekonominin çarkları durur, sistem çöker. Oysa üretim güçleri ve ticaret her toplumun “ikinci Doğa”sı, “kolektif metabolizma”sıdır. Toplumda alış veriş asgariye inince, iç talep de düşer; şirketler iflas etmeye, işsizlik artmaya başlar. Bu durumda da devlet devreye girmek zorundadır ve bir yandan kırılgan şirketleri kurtarmaya çalışırken, öte yandan da yoksullara elini uzatmaya mecbur kalır. Yoksullara yardım, finans kuruluşlarının doğasına aykırıdır ve iç talebi canlandırmak görevi devlete düşer. Bakınız sosyal devlet düşmanı Trump bile bu durumda harekete geçti ve -1,2 trilyonu yıllık geliri 75 000 dolara kadar olan Amerikalılara dağıtılacak- 2 trilyon dolarlık bir “kurtarma” paketini onayladı. Ayrıca yoksul ailelerin her çocuğu için de ek 500 dolar verilecek. Tabii “kurtarma paketi” Trump’ın sosyal adalet duygusundan kaynaklanmıyor. Asıl amaç “düzen”i kurtarmak. Zaten yoksullara doğrudan para dağıtma işlemi için kullanılan “helikopter para” (helicopter money) deyimi de ilk kez ultra-liberal iktisatçı Milton Friedman tarafından kullanılmış! Şu anda da Keynes’ci espri içinde küresel bir yaygınlık kazanmış durumda.
Böyle -kurtarma paketleri- tüm kapitalist metropollerde yürürlüğe kondu. Bu arada İngiltere’de tutucu Boris Johnson da -beklenmedik şekilde- bu konuda en cömert davranan oldu. Milli gelirin %15 kadarını garantili kredilere tahsis etti ve işverenler üç ay boyunca eve kapanan işçilerin ücretlerini ödemeye devam edecekler. Gerekirse bu süre uzatılacak. Fransa’da da Macron, benzer ölçüde kredi garantisi dışında, müdahaleciliği fiyat düzenlemelerine kadar götürdü. -Para pompalama!-, bugünlerde sihirli formül bu!
Ne yazık ki bu -kurtarma paketi- furyasında aç ve yoksullara en hasis davranan da Türkiye oldu. Erdoğan’ın açıkladığı 100 milyar TL’lik (15 milyar dolar!) pakette, dilinden düşürmediği -mazlum-ların payı son derece küçük! Neymiş? Emeklilerin en düşük aylığı 1500 TL’ye çıkarılacakmış! Neymiş? Bayram ikramiyesi Nisan’a çekilecekmiş! Neymiş? İhtiyaç sahibi ailelere yapılan yardımlara da ek kaynak ayrılacakmış!? Konuyu karşılaştırmalı şekilde inceleyen Korkut Boratav, doğrudan emekçileri gözeten kalemlerin ek maliyetinin “toplam paketin yüzde 3-4’ünü aşmadığını” vurguladı. Gerisi irili ufaklı şirketlere, işverenlere gidiyor.
LENİN DÖNEMİ BAŞLIYOR!
Sosyalizm ya da genel olarak sol hatırlandı diyebilir miyiz? Ve sosyalizm -sol politakalar- bugünün dünyasına ne söylüyor sizce?
Şurası kesin, salgın ve ona karşı alınan önlemler her ülkede devleti ve devletçiliği güçlendiriyor; bu günlerde “Big State” (Büyük Devlet) kavramı yine moda oldu. Ne var ki “devletin büyümesi” her zaman olumlu bir gelişme teşkil etmiyor. Üstelik bu yeni bir gelişme de değil. Shoshanna Zuboff, geçen yıl yayınlanan ve çok yankı uyandıran eserinde (“Gözetleme Kapitalizmi”) çağdaş bilişim teknolojisinin insan davranışlarını nasıl kapitalist çıkarlara uyumlu hale getirdiğini, insanları nasıl robotlaştırdığını anlatıyor. Zuboff’un hiç gönderme yapmadığı M. Foucault da, 45 yıl önce, “Hapishanenin Doğuşu” adlı yapıtında bu eğilimi kapitalizmin daha başından itibaren taşıdığını göstermişti. 20.yüzyılda da büyük kapitalizm krizi, sosyalizmi değil, Nazizmi iktidara getirdi.
Neyse ki madalyonun bir de öbür -ve umut verici- tarafı var! Korona’nın yarattığı kriz kapitalizmin iç dinamiklerinden kaynaklanmadı. Onu sisteme tamamen yabancı bir unsur (Covid-19) tetikledi. Devletler de, kriz korkularının zaten artmış olduğu bir dönemde, yoksulların imdadına koşmak zorunda kaldılar. Böylece bir bakıma dönüşü de hayli zor olan bir yola girildi. İsteseler de istemeseler de artık yoksul sınıfları hesaba katmak zorunda kalacaklar. Nitekim sağcı iktidarlar, telaş içinde, şimdiye kadar uzak durdukları işçi sendikalarıyla temaslara başladılar bile.. Üstelik iş burada da kalmayacak! Önümüzdeki dönemde özgürlük savaşı kesinlikle yoğunlaşacak. Bu vesileyle Albert Camus’nün “Veba” romanını anımsıyorum. Fransız yazar 1947’de yayınlanan romanının ana tezini, 1941’de, Fransa Nazi işgali altındayken tasarlamıştı. Geçmişte Oran şehrini kırıp geçiren veba hastalığını, Nazizme benzetiyordu. Salgınla, hayatı bahasına, kahramanca savaşan Dr. Rieu ise gerçek bir özgürlük savaşçısını simgeliyordu. Bugünlerde de çok sayıda Dr. Rieu’ye ihtiyacımız var! Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği” (Lenin) bir dönem başlıyor!
Meclis’e sunulan infaz düzenlemesinde “terörist” damgası vurulmuş bir sürü aydın, kasten adam öldürenler ve uyuşturucu baronlarıyla aynı kefeye konuldu. Bu arada, hiçbir şey olmamış gibi, Kanal-İstanbul ihaleleri de başladı. “Ulusal dayanışma” çağrıları ise “Biz ne yaparsak destekleyin!” dayatmasından başka bir anlam taşımıyor! Bu durum da, feci salgınla savaşın, kaçınılmaz şekilde özgürlük savaşıyla birlikte yürütülmesi gereğini ortaya koyuyor.
TÜRKİYE ÇOK KÖTÜ BİR SINAV VERDİ
Çoğunluğu oluşturan insanlar yani çalışmak zorunda olduğu için gönüllü karantina yapamayanlar şimdi yalnız ve çaresiz hissediyorlar. Bu kesim sizce bir dönüşüm yaşar mı, hayat normale döndüğünde?
Salgın dünyayı sarmaya başlarken, devletler farklı şekillerde tepkiler verdiler. ABD’de Trump “herşeyin kontrol altında olduğunu“, “Çin virüsü“nün Nisan ayında “bir mucize şeklinde“ yok olacağını söylüyordu. İngiltere’de ise Boris Johnson “gurup bağışıklığı“ umuduyla başlangıçta hiçbir önlem almadı. Bu ve buna benzer davranış içindeki ülkeler bugün salgının en çok hırpaladığı ülkeler durumundalar. Halkların bu aymazlığı unutacağını sanmıyorum. Fransa’da anketler hayli çabuk ve radikal önlemler alan Macron’un bile on puan kadar itibar kaybettiğini ortaya koydu. ABD ve Birleşik Krallık gibi liberalizmin kalelerinde, daha salgın çıkmadan, Sanders, Corbyn gibi liderler, “sosyalizm“ sözcüğünü de kullanarak, milyonları arkalarına almışlardı. Bu eğilimin güçleneceği kanısındayım. Türkiye ise bu konuda çok kötü bir sınav verdi; bunun da elbette siyasal bir karşılığı olacak!
SALGINLA SAVAŞIN YANINDA ÖZGÜRLÜK SAVAŞI...
Türkiye özelinde önümüzdeki günler neler getirir?
Pandemik bir salgınla etkili bir şekilde savaşmak için bir ülkede önce mevcut durumun saptanması gerekir. Alınacak önlemlerin şekli de yapılacak test sayısına bağlıdır. Cenevre toplantısında (17 Mart) Dünya Sağlık Örgütü Başkanı “tüm devletlere basit bir mesajım var“ diyordu: “test, test, test!“. Nitekim en çok test yapan ülkelerden Güney Kore, bu savaşta en başarılı olan ülkelerden biri oldu. 19 Mart’ta ABD’de henüz 60 bin kişi üzerinde test yapılmışken, nüfusu ABD’nin altıda biri olan Güney Kore’de 290 bin kişiye test uygulanmıştı. AB ülkelerinde de Almanya bu konuda örnek teşkil etti. Alman Tabipler Federasyonu’nun verdiği bilgiye göre, Mart’ın ilk haftasında, ülkede henüz tek bir vaka bile yokken, 35 bin, izleyen haftada 100 bin kişi test edildi. Bu da yeterli bulunmadı ve testlerin haftada 160 bine çıkarılacağı, sonra daha da artırılacağı ilan edildi!
Türkiye’ye gelince, ülkemiz maalesef ciddi önlemler konusunda çok geç ve plansız hareket etti. 10 Mart’ta ilk vakanın tespitinden sonra, Sağlık Bakanı’nın yaptığı kapsamlı açıklamalar bu hazırlıksız durumu çok iyi sergiliyor. Şunları söylüyordu Bakan: “Biz, başta kimlere test yapılabilir konuştuk. Öncelikle Çin geçmişi olan kişilere dendi. Dinamik yapı olduğu için sürekli değişti. İran'da görülünce İran geçmişi olanlar diye değiştirildi. İtalya'da görülünce, İtalya, Avrupa olan kişiler dendi. Birçok ülkede görülünce, yurt dışı öyküsü olanlar dendi. Artık ülkeye girmiş olduğunu gördükten sonra semptom olan herkese!”. (23 Mart). Görüldüğü gibi “dinamik yapı!?” adı altında şaşkın, akıntıya kapılmış bir uygulama ile karşı karşıyayız! Kaldı ki rakamlar da ortada. Hasta sayısının her gün ikiye katlandığı bir ortamda, Bakan, “ortaya koyduğumuz dayanışmanın dünyada neredeyse örneği olmadığını” söylüyor.
Cumhurbaşkanı da, 18 Mart’ta açıkladığı önlem paketinde, farklı bir dil kullanmadı. “Türkiye bu sürece olabilecek en hazırlıklı şekilde yakalanmıştır” diyor, fakat bunu kanıtlayıcı deliller sunmuyordu. Salgının Aralık 2019’da başlamasına rağmen, Şubat’a kadar tarama ve uyarılarla yetinilmiş, Çin ve Uzakdoğu hava seferleri bile ancak 3 Şubat’ta (İran’a 23 Şubat’ta!) durdurulmuştur. 2 Mart’ta umreden dönenler karantinaya alınmamış, sadece bir süre evlerinde kalmaları “tavsiye edilmiştir”. Erdoğan’a göre paniğe kapılacak bir durum yoktu; salgın kısa sürede önlenecek ve “21. asır Türkiye’nin asrı” olacaktı! İzleyen günlerde daha ihtiyatlı bir dil kullanılsa da, ülkenin Covid-19 karşısında ne kadar hazırlıksız olduğu ortaya çıkmıştı. Bu konuda daha önce söylediklerimi yinelemeyeceğim. Son olarak şunu söylemek isterim. Ülke hayati bir tehditle karşı karşıya ve AKP iktidarı, şu ana kadar ortaya koyduğu icraatla, bu işin üstesinden gelemeyeceğini ortaya koymuştur. İşin kötüsü, iktidarın, özeleştiri yapma ve muhalefete çağrıda bulunma yerine, günah keçileri arama ve baskıcı yöntemleri artırma olasılığı da daha fazla görünüyor. Meclis’e sunulan infaz düzenlemesinde “terörist” damgası vurulmuş bir sürü aydın, kasten adam öldürenler ve uyuşturucu baronlarıyla aynı kefeye konuldu. Bu arada, hiçbir şey olmamış gibi, Kanal-İstanbul ihaleleri de başladı. “Ulusal dayanışma” çağrıları ise “Biz ne yaparsak destekleyin!” dayatmasından başka bir anlam taşımıyor! Bu durum da, feci salgınla savaşın, kaçınılmaz şekilde özgürlük savaşıyla birlikte yürütülmesi gereğini ortaya koyuyor.