Yaşar Kemal'in unutulmaz röportajı: Gerdek gecesi sabahından yollara düşen Süleyman

Levent-Tünel otobüsü. Taksim’de dört kişi bindi. Dördü de kavrulmuş ayakkabılar çamur içinde. Arka köşede bir adam var, pos bıyıklı. Öfkeli. Burnundan soluyor. Dört kişiye dönerek “Bunlar geldiler, hergün cinayet işleniyor. Bozdular İstanbul’u. Viran eylediler. İstanbul, İstanbulluların malı. Hepinizi kovmalı. Bir delikanlı, pos bıyıklıyı ıslatacak. Elini tuttum ‘aldırma kardeş’ dedim. Boşver.”

cumhuriyet.com.tr

Otobüs ağzına kadar hınca hınç dolu. Taksim alanındaki duraktan dört kişi daha bindi. Arka yere bir iyice sıkıştık. Otobüs Levent-Tünel otobüsü. Taksimden binen dört kişinin köylü oldukları kılıklarından belli. Dördü de genç. Dördünün de gözleri yeşil. Dördü de kavrulmuş. Ayakkabları çamur içinde. Onların otobüse binmesi bizi biraz daha sıkıştırdı. Arka köşede bir adam var, posbıyıklı. Elinde filesi. Öfkeli. Burnundan soluyor. Yeni binenlere ters ters, öfkeli bakıyor. Baktıkça da öfkesinden burnu, kulakları ha babam kızarıyor. Sonra kendi kendine söylenmeye başladı. Sonra da nutuk atmağa başladı bütün otobüse...

Pos bıyıklı, binenlere gözlerini çivilemiş, söylüyor. Dört yeşil gözlünün yüzleri, çocuksu yüzleri kızardıkça kızarıyor. Bir utangaçlık içindeler. Otobüste büzülecek köşe arıyorlar. Öteki de bastırdıkça bastırıyor.

- Eskiden böyle miydi İstanbul? Yaa böyle miydi efendim? Hepiniz bilirsiniz. Böyle kıyafetli adamlar değil Taksim meydanına gelip otobüse binmeye, Taksim meydanına yaklaşamazlardı bile. Şimdi tam Beyoğlu çarşısının ortasında volta atıyorlar. Beyoğlu çarşısından bunlardan geçilmiyor. Ya eskiden, hey gidi günler hey. Beyoğlu bir zarafet meşheriydi. Bu dil bilmez köylüler geldiler. Yürümesini bile bilmiyorlar. Kaya parçası gibi yürüyorlar efendim. Kaya parçası gibi. Pislik içindeler. İstanbul pislik içinde bu sebepten. Bir otobüse binemezsin. İkisi bindi miydi otobüse bunlardan, kokudan burnunu tıka da kaç oradan.

Büzülmüş gitmiş dört kişiyi parmağıyla gösterdi. Herkes onlara bakıyor. Onlar da onulmaz bir utangaçlık içinde... Köşeye sıkıştıkça sıkışıyorlar.

“Gördünüz mü otobüsü nasıl bir koku sardı! Aman Allah. Burnumun direği kırılacak. Birazcık yıkanmazlar da. Su düşmanı bunlar efendim. Yemini billâh ederim ki, bir kaşık suya, bir damla suya düşman efendim. Sorun şunlara, analarından doğduklarından bu yana, hiç bir yerlerine yağmur suyundan başka su değmiş midir?”

Dört kişi kalabalığa arkasını dönmüş. Sıkıştıkça sıkışıyorlar köşeye. Arkadan dört taş gibi görünüyorlar.

“- Bunlar geldiler, her gün elli cinayet işleniyor. Her gün yüz ev soyuluyor. Bozdular İstanbulu. Bozdular, viran eylediler. Eskiden olsa bu otobüste ayakta kalır da böyle sıkışır mıydık. Hey anam hey! Sereserpe otururduk. Bunlar gelince efendim...”

Herkes, hemen hemen herkes onu onaylıyor. Kimisi doğru diyorsun gibisine başını sallıyor.

“Tarlaları var, takımları, evleri yurtları var, her şeyleri var efendim bunların. Ama koparlar koparlar gelirler. Bırakırlar bırakırlar gelirler. İstanbulun taşı toprağı altın der gelirler. Çoğu da burada sürünür ya, gitmezler geri. İstanbul gözlerini kamaştırmıştır. Keyif için gelirler. İstanbulu görmeye gelirler.”

Neşelenmiş gülüyor, eğleniyor, kızıyor, söylüyor ha söylüyor. Arada bir de köşeye büzülmüşlere bakıyor. Onların halinden de, onları köşeye sıkıştırdığından dolayı da gururlu. Bir zafer kazanmış gibi.

Derken köşedekilerden biri kalabalığı açtı. Adama doğru yürüdü. Uzun kirpikleri yanaklarını gölgelemişti. Uzun boyluydu. Yüzü sap sarı kesilmişti.

Ağır, okkalı, öfkeli:

“- Sen namussuzun birisin. Sen yalancısın amca. Taksimden beri hep yalan söylersin. Hem de yalanın büyüğünü. İstanbul senin başına yıkılsın. Sustuk diye. Ne söyler durursun. Bizim babamız kan dökmedi mi bu topraklar için? İstanbul babanın malı mı?”

 

‘İstanbul, İstanbulluların malı’

Pos bıyıklı:

“İstanbul, İstanbulluların malı. Sizin hepinizi kovmalı buradan. Hepinizi. Rezil ettiniz şehri, sizin hepinizi sürecekler buradan.”

Delikanlı, pos bıyıklıyı ıslatacak. Korkunç bir öfke içinde. Elini tuttum, Pos bıyıklıya vurdurmadım. Bana da öfkeyle baktı.

“Aldırma kardaş” dedim.

Öfkesi daha da büyüdü:

“Boş ver” dedim.

Pos bıyıklı korkmuş, biraz önceki meydan nutukçusu değil. Zart zurtu yok. Sesini indirdi. Ama söylenmesi durmuyor. Bu sefer tersine:

“- Ben ne dedim ki, çoğu keyfinden geliyor, dedim, taşı toprağı altındır diye geliyorlar, perişan oluyorlar. Onu dedim işte. Ben ne dedim ki... Yazık dedim. Ben bilmez miyim ki, köylü bizim efendimizdir. Vatanımız düşmandan onlar sayesinde kurtulur. Yediğimiz ekmek onların topraktan çıkardığıdır. Benim korktuğum bunlar şehirleri doldururlarsa, yediğimiz ekmeği, sebzeyi, meyvayı kim çıkarır topraktan? İşte bunu dedim. Köylü, yoksa, bizim velinimetimizdir efendim. Kızma kardeşim kızma. Keyif için geliyorlar. Ben bunu söyledim işte.”

Levente gelmiştik. Delikanlı:

“Keyfimizden geliyoruz, keyfimizden geliyoruz hayvan... Sana öyle gelir” diye söylenerek indi. Büyük asfalta doğru yürüdü.

Dört kişiydiler. Bir de ben, beş.

Delikanlıya:

“- Çok öfkelendin” dedim.

“Aaaah” dedi, “gurbet. Yoksa o söylediklerini ben onun yanına kor muydum! Herif durmadan, sövdü. İt oğlu. Ama zoru görünce nasıl indirdi. Köpoğlu.”

“Ne iş görürsünüz?”

Uzakta bir tuğla ocağı bacası gösterdi.

“İşte o tuğla ocağında çalışırım. Tam yedi yıl oldu. Tam yedi yıldır gurbetteyim. Tam yedi yıldır, kızgın yalım karşısında pişerim. Bak ellerime. Yanmış odun gibi değil mi bu eller? Kömür gibi bak.”

Elleri yanmış odun gibiydi.

Tuğla ocağına kadar yürüdük.

Ocakta billûr kırmızısı yalımlar. Sonra boz duman. Sonra kömür kokusu. Sonra delikanlı, kavrulmuş, elleri kocaman, elleri belâlı insanlar. Burunlarında sıla kokusu. “Gülistan içinde bülbül yuvalar, çalısı çırpısı güldür sılanın.” Dayanılmaz bir sıla özlemi. Öyle geldi bana.

Bütün sılacılar, gurbet kuşları başımıza toplandı. Ben derdimi anlattım.

“Bu işleri yazmalı” dedim.

“Derdinizi, belânızı kitaba geçirmek iktiza eder” dedim.

Öfkelenen delikanlıya:

“Nerelisin, adın ne?” diye sordum.

“İyi yaz” dedi. “Yaz ki, yedi düvele gitsin benim hikâyem. Sinopluyum. Hacılar köyündenim. Adım Ahmet Taş. Yedi yıldır gurbetteyim. Ellerim tanıktır ki, yedi yıldır da tuğla ocağındayım. Keyfimden gelmedim.”

Birisi atıldı:

“Ahmet” dedi. “İlk gelişini söyle. Orası firaklı.”

Ahmedin kirpikleri solgun, uzun, yumuşak yüzünü gölgeledi:

“Bunu da iyi yaz. Anlasınlar ki, biz keyfimizden yurdumuzu bırakıp gelmeyiz. Babam beni evlendirdi. Evlendikten beş gün sonra baktım anam ağlar. Babamın boynu bükük. Kardeşlerimin yüzü hiç gülmez. Karımın eli ayağı kesilmiş. Ben farkında değilim hiç bir şeyin. Sordum, babam, evde un kalmadı, yiyecek bir tane mısır bile kalmadı. Sen evlendin. Gurbete gidecek hal kalmadı bende de. Üç gün sonra Trabzon postası limanda olacak. Yol hazırlığı yap! dedi. Yol hazırlığı yaptım. Bindim güverteye. Vapura ilk binişim. Başım döndü. Kustum. Geldim İstanbula. Bir hafta işsiz, aç dolaştım. Bizim hemşerileri bulamadım da ondan. Sonra bu tuğla ocağında buldum onları. Çok zor geldi ilkin. Köye dört ay bir kuruş yollıyamadım. Şimdi ayda elli lira yolluyorum. Keyfimizden geliyoruz. Öyle mi? Yedi yılda yedi ay kalmadım karımın yanında. İstanbulun taşı toprağı altın değil. Bizim yerin taşı toprağı çürük.”

 

Bayburtlu Süleyman...

Yaşlı bir tanesi atıldı. Bir utangaç delikanlıyı kolundan tuttu, bana gösterdi:

“İşte” dedi. “Buna Bayburtlu Süleyman demişler. Gerdeğe girdiğinin sabahı karıyı uyandırmadan, yatakta bırakmış, sağlıcakla kal demeden, başını almış da yürümüş gelmiş. Bir yıl oldu daha gitmedi. Ne de bir mektup gönderdi. Ne de bir mektup geldi köyden. Hasretinden deli olur. Geceleri hep yavuklusunu sayıklar. Buna Bayburtlu Süleyman derler, türküler çıkarır gurbet üstüne.”

Süleymanın kalın kaşlarının altındaki iri kara gözleri dumanlıydı.

Bir tanesi:

“Ulan” dedi. “Süleyman, insan gerdek gecesinin sabahı da karıyı bırakır gurbete düşer mi?”

Gülüştüler.

“Gurbete düşer de gece sayıklar, gündüz de durmadan türkü söyler mi?”

Çok yaşlı bir işçi:

“Kör olsun yokluk” dedi. “Öyle bir söyler ki... Öyle bir bırakır ki...”

(Bayburtlu Süleymanın hikâyesini ileride ayrıca yazacağım.)

Ahmet, dertli, belâlı, çok çekmiş, olgun Ahmet, içinden gelen büyük bir arzuyla, temenniyle: “Süleyman karısını altı ay sonra gidip alıp getirecek” dedi.

“Getirecek ama, bir evin kirası yüz lira. Süleyman nasıl verecek?”

Hep bir ağızdan:

“Süleyman karısını getirecek” dediler.

“İnşallah,” dedim.

Süleymanın gözleri doldu.

Gene hep bir ağızdan:

“İnşallah,” dediler.

Levent sırtlarındaki tuğla ocağına altı ay sonra yine gideceğim. Süleyman karısını getirmiş mi, getirmemiş mi? diye bakacağım. Meraktayım.

YARIN: ÖLÜMDEN KAÇAN ADAM