‘Yaşama arzusu yıkım hissi kadar güçlü’

Behçet Çelik’in yeni romanı “Belleğin Girdapları”, yazdıkça derinleştirdiği kahramanına dair, atletik bir iç koşu. Günlük hayatın getirdiklerinden, insan ilişkilerinin yoruculuğundan ve uyum sağlayamayan kendisinden kaçmak isteyen; Serpmete’deki yeni hayatında geçmişteki ve şimdideki duygularını çözümleyerek aslında kim olduğunu anlamanın peşinde bir adamın hikâyesi.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK

GAMZE AKDEMİR

gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr

- Yepyeni bir başlangıcın imiyle başlıyor Belleğin Girdapları. Romanınızın isimsiz kahramanı bunun iyi geleceği hissinde, en azından denemek istiyor. Yeni hayatında insanların arasına karışmak istemiyor. Öte yandan münzevi olmak niyetinde de değil. Onu bu noktaya, bu göç hamlesine getiren ne?

- Onu göç etmeye zorlayan yıllardır yaşadığı şehirde kalmak istememesi. Çok bilinçli bir hamle de değil bu, bir zorunluluk. Eski hayatını artık sürdüremediği için harekete geçiyor. Gittiğinde ona iyi gelense önceki mecburiyetlerinden özgürleşmesi, bilhassa çalışmayacak olması, aralarında sürekli sıkıldığı insanlarla temasının kesilmesi.

Gidişinin muhteşem olmayacağını seziyor, gittiği yerde başına neler geleceğinin meçhul olmasına rağmen eski hayatından kurtulma arzusu galip geliyor. İnsanlarla temastan kaçınması da bir inziva arayışı değil, bir kez daha insanların arasına karışıp olmadığı birini oynamak istemiyor. Aralarına karışmayacağını umduğu insanların yaşadığı bir yerde yeni bir hayat yeğlemesi bundan.

MUHKEMLEŞMİŞ BİR DUVAR!

- İçine örülmüş, yalnızlığa eşlik eden bir duvar var. Yaslanıyor ve tutunuyor o duvara. Nereye kadar?

- Dünyanın aynı kalmayacağını fark ettiği, bundan dehşete kapıldığı anda örmeye başlamış olabilir o duvarı. Hiç değilse bu duvarın sabit kalacağını ummuş olmalı. Gelgelelim hayatının en mutlu zamanları da bu duvarın kendisini hissettirmediği yıllar olmuş. Sevgilisini, arkadaşları, yoldaşları varken duvara ihtiyaç duymamış. Onların gitmelerinin ardından daha da muhkemleşmiş duvar, başkalarıyla yakın olmanın neden olduğu yıkımlardan korumuş onu, uzak tutmuş.

Ne ki gençliğindeki o birkaç yılın coşkulu hatırası ve o hatırladıklarının benzerlerini yaşama arzusu, sonrasında yaşadığı yıkım hissi kadar güçlü. O eşsiz zamanların taklidine bile razı olduğuna göre güçlü bir arzu bu. İçerideki duvarları sarsarsa böyle arzular sarsar zaten.

- Eski hayatının çabalamalarından, toplumsal ve sosyal semptomlardan arınmaya çalışıyor. Kolay değil; çok yükü var taşıdığı. Önyargılarıyla yüzleşiyor meselâ.. Ürkütücü bulduğu hatta düpedüz korktuğu bir adamın tipinden karakter tahlili yaptığına hayıflanıyor, utanıyor ama elinde değil.

- Haklısınız. Gittiği yerde onu en çok tedirgin eden belki de kaçarken yanında getirdikleri. Kendilerinden farklı olanları çok kolay yargılayan, hor gören, onları horlayarak kendisini yücelttiğini sanan, kendisi gibi olmayanları, düşünmeyenleri eksik, yanlış ya da acınacak kişiler olarak değerlendiren, doğruyu bulduklarını ve bunu hayata geçirdiklerini sanan insanlar tahammül sınırlarını çok zorlamışlar yıllar boyunca. Yaşadığı çelişkiler de yormuş onu. Onlardan çok farklı olduğunu düşünürken aralarına karışma güdüsüyle yapıp ettikleri onu zorlamış, çok sıkmış.

EDEBİYAT İÇ-DIŞ GELGİTLERİ SORUŞTURUR!’

- Hatırlamanın ve yüzleşmenin romanı Belleğin Girdapları. Atletik bir iç koşu! Ne der yazarı?

- Başta konuştuğumuz çerçevedeki bir roman kişisini yaşadığı yerden alıp şehrin uzak bir semtine gönderme düşüncesiyle başladım romana. Orada ne yapıp ne edeceği çok genel, hatlarıyla belirgindi zihnimde, ayrıntılar yazdıkça ortaya çıktı. Başta bu kertede iç sorgu olmasını planlamamıştım, ama yazdıkça “iç koşu”dan kaçınmadım, hatta derinleştirmeyi yeğledim. Bu roman kişisinin iç dünyası üzerinden dış dünyanın da bir resminin ortaya çıkıp çıkmayacağı sorusuyla ilerledim, diyebilirim. Edebiyat iç dünyayla dış dünya arasındaki gelgitleri, bağları, bağlantısızlıkları bir anlatı kurgulayarak soruşturmak değil midir biraz da?

- Serpmetepe’de ne yapacağı sorusuna bulduğu ilk yanıt; ‘yazmak’! Yazının, edebiyatın yazarak hisler ve hatıraları sabitlemek için icat edildiğini düşünüyor. Yazmaktan bir beklentisi de daha yerleşik hissetmek. Fakat eli kalem tutsa da yazamıyor!

- İyi bir okur olmasına rağmen o zamana dek işi dışında bir şeyler yazmamış, kendisini yazarak ifade etmemiş. Hoş, sözlü olarak da etmemiş ya; iç konuşmaları hariç! Yazmaya kalktığında kafasına üşüşen sorular nedeniyle yazamıyor. Yazdıklarının başta öngördüğü üzere yaşadıkları olmadığını fark ediyor, yazılanın yaşananın temsili olmadığını, hatta olamayacağını. Oysa arzusu yazının belleğini bilemesi, daha iyi, daha içeriden hatırlamak için yazıyı bir alet olarak düşünüyor. Zamanla kendisini, geçmişini sorgularken yazma edimini de sorgulamak zorunda kalıyor.

OLMAMIŞLIK HİSSİ!

- Serpmetepe; kendi deyişiyle nasıl bir ‘olmamışlık’?

- Serpmetepe adını roman kişisi koyuyor, köy, kasaba ve şehirden kimi parçaların bir araya getirildikten sonra uluorta serpildiğini düşünüyor gittiği semtte. Olmamışlık hissi buradan başlıyor. Ne köy ne kasaba ne şehir, ama hepsinden bir şeyler var. Kendine özgü bir dokusu oluşmamış. Yıllar geçse de bir şeyler bir türlü oturmamış, oturur gibiyken, yeniden değişmiş, dönüşmüş. Bir hareketlilik aslında bu. Olmamışlık büsbütün olumsuz bir şey değil roman kişisi için. Ona iyi gelen yanları da var. Olmuşlardan, kendisini olmuş zannedenlerden dili yandığı için.

- Kendisini de bir ‘olmamış’ olarak görüyor. Ne olmaya çalışıyor?

- Gençliğindeki birkaç yılla sınırlı kalmış ruh halini özlüyor, o ruh halini mümkün kılan pek çok şeyi (gençlik, aşk, kendisini adayacağı bir mücadele, arkadaşlıklar, vs.) yitirdiği için imkânsız olduğunu bildiği halde o ruh halini yaşamak istiyor. Sizin “iç koşu” dediğiniz biraz da o ruh halini zamanında nelerin mümkün kılmış olduğunu ve neden artık imkânsız olduğunu bulma çabası. Geçmişi hatırlayıp düşünerek, geçmişteki ve şimdideki hislerini anlamaya çalışarak yanıt arıyor. Bulacağı yanıtların kim olduğu sorusuna da yanıt olabileceğini düşünüyor. Olmaya çalışmaktan çok kim olduğunu anlamanın peşinde. Tabii, bunlar onun niyetleri, hayatsa niyetlerle pek bağlı değil, belki de hiç.

ADANMIŞLIK MÜHİM!’

- Aşk anımsamaları ve yeni olasılıklar tuz biber yüzleşmelerine ve yüküne. Sevdiği kadınlar yeterince omuz verememiş sanki.. Yoldaşı Serhat ise gitmiş nihayetinde. Nazlı ise bambaşka... O “hayıflanma kuyusu”nun içinde hissedişini sorarak bitirelim söyleşimizi.

- Adanmışlık hissi çok mühim roman kişisi için. Karşısına en son Nazlı çıkıyor. “Hayıflanma kuyusu” da Nazlı’nın ruh haline yakıştırdığı bir şey zaten. Aynı zamanda Nazlı’nın tuttuğu bir tuhaf ayna. Nazlı’nın ruh halini sezmeye, onun sevinçlerini, bozgunlarını vs. hissetmeye çalışıyor, elinden gelense ona bir hayat/hikâye/hayal yakıştırmak. Kuşkusuz kendi hayatından yola çıkarken kurduğu bir şey bu; vardığı noktayla da yakın ilgili. Hayıflanıp durmakla. Yazmak, bunun farkına varmasını sağlıyor belli belirsiz. Kuyudan dışarı çıkma çabası oluyor bir yerde.

Belleğin Girdapları / Behiç Ak / İletişim Yayınları / 266 s.