Vietnam'dan ilk izlenimler: Yaşam dolu Hanoi
Ben ki elli yıl önce “Bir Gün Mutlaka”da “Cebimde Vietnamca şiir kitapları” diye yazmıştım... Aynı yıllarda “Ho Ho Ho Şi Minh” diye bağırmıştık bir ağızdan... O günlerden bu günlere çok sular aktı köprülerin altından ve Vietnam’dayım... Ne bizde ne de Batı ülkelerinde alışık olunan bir görüntü...
Ataol Behramoğluİlk kez gideceğiniz bir ülke hakkında ister istemez olumlu ya da olumsuz önyargılarınız vardır.
Vietnam’a gideceğimi öğrenen arkadaşlar, Ho Chi Minh’in ülkesine gideceğim diye imrendiler bana.
Doğrusunu söylemek gerekirse benim duygularım da onlarınkinden farklı değildi...
Ben ki elli yıldan daha çok zaman önce “Bir Gün Mutlaka”da “Cebimde Vietnamca şiir kitapları” diye yazmıştım...
Aynı şiirin en başlarında “bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor orda” dizesindeki kız, şiirin son dizelerine doğru “Vietnam’daki kız”olarak ete kemiğe bürünmüştü...
Aynı yıllarda “Ho Ho Ho Şi Minh” diye bağırmıştık bir ağızdan, hançeremizi yırtarcasına... Kuşkusuz herhangi bir başka ülkeye gidiyor olmaktan daha farklı duygular içindeydim Vietnam yolculuğu öncesinde...
Hemen söyleyeyim ki savaşın ve devrimin hemen sonrasındaki Vietnam’a gitmiyor oluşumun da bilincindeydim...
O günlerden bu günlere çok sular akmıştı köprülerin altından...
Ve işte dokuz saatlik direkt THY uçuşunun ardından uçak Hanoi’ye inişe geçti...
Hanoi sokaklarındaki yemiş satıcılarının çoğu kadın. Giysilerin ve tropikalimsi meyvelerin renkleri birbiriyle tam bir uyum içinde...
Bizimle Vietnam arasında dört saatlik fark var.
Gece yarısı üçte kalkan uçak Hanoi’ye inerken bizde saat 12, Vietnam’da ise öğleden sonra 4 oluyor.
Gittiğim ülkelerde saatler bizden geriyse ve aradaki fark bir iki saatse saatimle oynamam...
Geç kalmaktansa erken hareket etmek daha sağlıklı olduğundan...
Fakat geri olan bizim saatimizse hemen ileri alırım...
Kol saatimi dört saat ileri alırken pencere kıyısında oturuyor olmamın avantajıyla aşağılara bakıyorum...
Ne bizde ne de Batı ülkelerinde alışık olunan bir görüntü...
Ağaçlarla bezeli, yemyeşil bir toprak...
Bu bakımdan Batı ülkelerine benziyor..
Fakat ağaçlar arasında villamsı evlerin birer küçük köymüşçesine adacıklar gibi öbeklenişinin ne bizdeki ne de Batı ülkelerindeki görünümlerle benzerliği var.
Sanki bu evler kendi adacıkları içinde birbirine sokulmuşken, oluşturduklar adacıklar da birbirlerine ne çok uzak ne çok yakınlar...
Kardeş yakınlığı diyorum buna ben... Çok yakın. Ama mesafeli yine de...
Kente yaklaşırken gökdelenler de boy göstermeye başladı.
Havaalanında ve kente giderken
Uçağın penceresinden ilk izlenimlerimin sıcaklığı havaalanında da bozulmadı.
Saygon (Ho Chi Minh) yolcuları inmeksizin bir saat bekledikten sonra aynı uçakla devam edecekler.
Aralarında olduğum Hanoi yolcularıyla indiğimiz Naibai (HAN) Havaalanı, Batı’da ya da İstanbul’da alışık olduklarımızdan farklı, geniş, tertemiz, sessiz ve pırıl pırıl.
Pasaport kontrol gişeleri önünde göz korkutucu kuyruklar yok.
Kadın ya da erkek görevliler, genellikle genç insanlar.
Kontrol uzun sürmedi.
Valizi çok beklemem de gerekmedi. Fakat çıktığımda karşılayıcı görmeyişime canım sıkıldı doğrusu.
Tekrar içeri girdim.
“Transfer” masasındaki, çoğu kız ve çok genç görevlilerle İngilizce anlaşmam (Latin Amerika ve Uzakdoğu ülkelerinde çoğu kez olduğu gibi) pek kolay olmadıysa da, telefonumun internete bağlanmasıyla sorun çözümlendi. Ev sahibi kurumdan (Vietnam Yazarlar Birliği) aldığım son mesajlardan birinde, karşılayıcı olmadığında taksi ücretinin ödeneceği notunu da fark ettim bu arada. Zaten öyle olmasa da yapacak bir şey yoktu. Transfer masası kısa sürede, bağlantıda olduğu aracın sürücüsünü çağırttı ve sanırım “Uber” şirketine ait araçla yola koyulduk.
Genç şoför işaretle de olsa derdimi anladı ve o yaştakilerin ve daha gençlerin sihirbazı oldukları bir el çabukluğuyla telefonumu kendi internetine bağladı...
Kente yaklaşırken gökdelenler de boy göstermeye başladı...
Fakat villamsı evler kişiliklerini korumaktalardı...
Örneğin güzel İzmir’imizin havaalanıyla şehrin merkezleri arasında, yamaçlardaki feci görüntülerden burada eser yoktu.
Gerçek Hanoi sokaklarında...
Konuk edildiğimiz otel, devletin resmi konuk evi. Hemen hemen hiçbir sıkıntı verici sorun olmaksızın tertemiz odama yerleştim.
Bu uluslar arası buluşmaların belki en güzel yanı yeni dostlar edinmek.
Yanı sıra da eski dostlarla karşılaşmak.
Daha odama girmek üzereyken koridorun öteki ucundan Tunuslu şair arkadaşım Moez Majed seslendi...
Derken Slovenya’dan Barbara Pogaçnik, her zamanki zarafeti ve sımsıcak gülümseyişle çıkageldi.
Doğu bilimci Rus Oleg’in de katılmasıyla ekip tamamlandı ve bir taksiye doluşarak “Eski Şehir”e, daha doğrusu Gerçek Hanoi sokaklarına yollandık...
Ve bir anda, otelin bulunduğu ıssız ortamın tam tersi, cıvıl cıvıl, yaşam dolu bir canlılığın içinde bulduk kendimizi...
Sokak tiyatrosu göz kamaştırdı.
Bizim Beşiktaş’ın, Kadıköy’ün çarşılarıyla, Eskişehir’in (adının bence “Gençler Sokağı” diye değiştirilmesi gereken) “Barlar Sokağı”yla benzerlik var kuşkusuz...
Fakat burada, bir renk cümbüşü içinde, çoğu minili, şıpıdık terlikli kızlar manzaraya egemen...
Bir de yine hemen hepsi kadın olan yemiş satıcıları...
Giysilerin ve tropikalimsi meyvelerin renkleri birbiriyle tam bir uyum içinde...
Genelde, Çin’dekinden ve Japonya’dakinden farklı olarak, kadın-genç kız egemenliği sezinledim Vietnam’ın günlük yaşamında...
“Eski Şehir”in dar ve birbirine bağlanan sokaklarının kesiştiği bir dört yol ağzında karşımıza çıkan ve durup dakikalarca izlemekten kendimizi alamadığımız sokak tiyatrosu gösterisi ise; renkler, oyunculuk ve binlerce yıl öncenin kültürünü bugüne taşımasıyla göz kamaştırıcıydı...