Vapurdan çıkan ‘hikâye’

Dans sanatçısı Mercan Selçuk’un kurduğu topluluk izleyiciyle buluşuyor.

ORHUN ATMIŞ
 
Koreograf ve dans sanatçısı Mercan Selçuk, kendi adını verdiği dans topluluğu ile yarın saat 20.30’da Baba Sahne’de “Bizim Hikâyemiz” adlı gösterisini sahneleyecek. Münir Nurettin Selçuk’un torunu, Timur Selçuk’un kızı olan başarılı sanatçıyla baleyi konuştuk. 
 
- Türkiye’de balenin tarihi 70 yıla dayanıyor. Bu süre yeterli mi, istenilen seviyeye gelinmesi için ne kadar bir süre lazım?
 
Bana göre süreden çok toplumun da hani bir laf vardır ya “Çin mahallesinde çiğköfte satmaya çalışıyoruz” gibi, öyle bir lafa göre hareket edersem, biraz toplumun buna alışması, kültürünün içinde olması, bunlar önemli diye düşünüyorum. 70 yıl aslında bayağı bir zaman. Ama yine de baktığımızda Türkiye çok karışık kültürleri içinde barındıran bir ülke. Dolayısıyla bu belki Avrupa’nın, Batı’nın sanatı ama bence bizde de bunu çok güzel bir şekilde icra eden insanlar olmuş 70 yıl içerisinde. İlgi olduğunu düşünüyorum. Özellikle de kız çocuklarında. Aileler ellerinde maddi imkanları varsa mutlaka yönlendiriyorlar. Bizim burada, Yıldız Dans Akademi’de izlediğimiz zaman güzel bir talep olduğunu düşünüyorum. Kız çocukları için söylüyorum tabii, erkekleri daha hâlâ alışılmadı bu mesleğe yönlendirme açısından.
 
‘Erkekler azınlık’
 
- Bu noktada baleye bakış açısı nasıl ülkede? 
 
Evet, erkekler azınlık. Bale sanatı, modern dans sanatında azınlık. 
 
- Dünyada da böyle mi?
 
Değil. Ben yurtdışında da okuma şansını yakaladığım için oranın mesela öğrenci alımlarında, sınavlarında bayağı 100’ler, 200’ler, 1000’ler başvuruyor sınavlarına. Burada biz baktığımızda tam zamanlı bu işi meslek olarak seçmek istedikleri zaman 25 kişi başvuruyor, içlerinden 5 tanesinin fiziği uygunsa bu işi yapmaya ne ala... 4 kişiyle sınıf açıyoruz biz. Konservatuarın bale bölümü ilkokul 5’ten üniversite sona kadar 50 kişi falan. Yani azınlık, bu bir gerçek. Ama özel okullarda, biraz daha kalburüstü kesim, çocuklarını hobi olarak da olsa mutlaka baleye, dansa yönlendiriyor. Ben takip ettiğim zaman dans okullarını, bale okullarını, özellikle ünlü isimlerin, çok iyi şeyler yaptığını görüyorum. Ama meslek olarak seçmeye gelince azınlık... Çünkü sonunu düşünüyor insanlar. Kadro yok, nasıl para kazanacak, herkes çok başarılı olamayabiliyor. Sadece dansçı mesela, eğitmenlik ya da koreograflık yeteneği olmayabiliyor; sadece dans etme yeteneği varsa nasıl para kazanacak? Bu bir zincir böyle. Dolayısıyla da meslek olarak az yönlendiriliyor ama erkek çocuk iyice... Bizim toplumda “Erkek dans eder mi?” gibi, toplumsal cinsiyet, bunlar... Ben bir okulda çalışıyordum, ismini vermeyeyim, bir özel okulda. Bale dersi veriyordum. Yıldız olacak seviyede, fiziksel olarak bu işi yapmak donanımlı olmanız gerekiyor, tepeden tırnağa dediğimiz şekilde; çocuk yıldız doğmuş, bu iş için doğmuş. Okulu alarma geçirdim, aileyi buldular, aileyle konuştum. Şeyden falan girdim, “Erkek olduğu için yurtdışında çok şansı var, yurtdışına gidebilir, yurtdışında da bu mesleği yapanlar futbolcular gibi ilgi görüyor (futboldan girdim belki yakalarım diye), maaşları da ona göre” diye, gerçekten de öyle. “Bir düşünelim” dediler, babayla da konuşunca, hatta önümüzdeki sene aldılar çocuğu baleden renkli gömlekler giyiyoruz diye. Böyle bir durum da var maalesef. 
 
- Bakış açısı nasıl gelişir insanların?
 
Burada eğitmenlere çok görev düştüğüne inanıyorum. Mesela ben bir dans topluluğu kurdum. Ben bunu mümkün olduğunca belli başlı meşhur sahneler dışında da hiçbir ücret talep etmeden bir takım ilkokullara, daha az bale seyredenlerin olduğunu düşündüğümüz ya da tiyatro ya da opera, oraya gidip güleceklerini de bilsek sergilemek lazım diye düşünüyorum. Yavaş yavaş o görsele alıştırınca “A işte erkekler dans edebiliyor, tayt giyebiliyorlar (giymek zorunda da değil, bir takım modern dans koreografileri oluyor)” bu görseli alıştırdıkça normalleşecek diye düşünüyorum. Kolay değil, zor. Ama biz bu işi seviyorsak, bu işe aşıksak, bu ülkeye aşıksak bu da bizim görevimiz diye düşünüyorum. 
 
- Türkiye’de “Muhafazakar gençlik yetiştirme” amacı olan bir iktidarın döneminden geçiyoruz. Böyle
bir dönemde çocuk bulmak da iyice zorlaşıyor mu?
 
Çok enteresan bir şekilde, bu dönemde tam tersi bir tepki oldu belki de bilemiyorum. Ancak özel tiyatrolar açıldı. Mesela Süreyya Operası’nda baleler yok satıyor... Yer bulamıyorlar “Don Kişot”a mesela. Yine de bir takım şeyler belki farklı gelişiyor, ama azalmıyor. Ben ümitsiz değilim hiç. Belki kendime hayal dünyası kurdum sanat aleminde, böyle yaşıyorum. Kesinlikle ümitsiz değilim. Bakıyoruz mesela, kara çarşaflı daha fazla insan görmeye başladık, ama bir tarafta da ultra mini şortları da hiç olmadığı kadar görmeye başladık. Yine ilginç bir denge var diye düşünüyorum. Bu ülke çok değerli, o kadar kolay değil bir şeyleri yok etmek. 
 
- Çocuklarına bale eğitimi aldırmak isteyen ailelere ne önerirsiniz? Balenin faydaları neler?
 
Bir kere şöyle bir şey var; iyi müzik dinlemeyi öğreniyor. Anneannemin bir lafı vardı, “Ne yiyorsan osun.” diye... “Ne dinliyorsan osun” diyorum ben de anneannemin o lafından yola çıkarak. Dolayısıyla iyi müzik dinliyorlar bir kere. Kaliteli müzik ruhlarına girmeye başlıyor. Müzik ruhun gıdasıysa ruh temizlenmeye başlıyor. Şurada iki gün bile olsa çok etki ediyor. Aşağı yukarı sanat öğreten, bale öğreten bütün öğretmenler belli bir kaliteye sahip insanlar. Küçük yaştaki çocuklar da özellikle öğretmenleri çok fazla idol alıyorlar kendilerine. O zaman biraz daha iyi bir yola gitmek istiyor; “Benim öğretmenim bunu dinliyor, bunu dans ediyor” diyerek. Yani ışık tutuyor onların hayatlarına. Ne meslek seçerse seçsin, baleye, müziğe, resme, bütün sanat dalları için konuşuyorum. Sonra müthiş bir koordinasyon yeteneği gelişiyor. Çünkü önce algılıyoruz, beyinde oturuyor, ondan sonra kol başka bir şey yaparken bacak başka bir şey yapıyor, bir yandan da bunu çalan klasik müziğin ritminde yapmamız gerekiyor... Hep bunu söylüyorum, sanatın dokunduğu çocuk aydınlanıyor, ne meslek seçerse seçsin. 3 yaşından 35 yaşına kadar bir öğrenci kitlem var ve bunu görüyorum yani.
 
- Bale hakkında çeşitli düşünceler var; zengin aileler çocuklarını gönderir gibi. Bir profili var mı balenin?
 
Tabii, dışarıda belli bir bale okuluna yazdırdığınız zaman belli bir aylık gelire sahip olmanız gerekiyor. Çok da ucuz değil, evet. Konservatuarların yarı zamanlı bölümleri var. Onlar çok daha uyguna geliyor senelik baktığınızda. Ama orada da fiziğinizin, müzik kulağının bu işe uygun olması gerekiyor. Yani her isteyen yapamıyor. Bir sınav sürecinden geçiyorlar. Fakat bütün sanatçılar, öğretmenler eminim bunu yapıyordur kendi okullarında; çok yetenekli çocuklara burs veriyoruz biz mesela. Benim bir öğretmenim vardı Cem Ertekin diye, onun da bir çağdaş bale topluluğu vardır, Türkiye’nin ilk özel bale topluluğudur, o konservatuara yetimhanelerden çocuklar aldı mesela. 11-12 çocuk aldı vaktiyle ben duydum ve onlar bale sanatçısı oldular. Kimi öğretmen, kimi koreograf oldu. Bu müthiş bir şey mesela. Dolayısıyla olabilir.
 
- Mercan Dans Topluluğu’unun amacı nedir? Yine bir röportajınızda doğu-batı sentezi yaptığınızı belirtmişsiniz...
 
Benim aslında bu işe başlarken böyle bir hedefim yoktu, bir dans topluluğu kurayım diye. Bu gerçekten bir anda Beşiktaş-Kadıköy vapur yolculuğu sırasında “Hadi bakalım ya” diyerek ve 3-5 kişiye yazarak, “Böyle bir şey yapabilir miyiz” dedikten sonra birden bire bu 30 kişilik çocuk ve yetişkinden oluşan bir kadroya dönüştü. Ben de şöyle anlatmayı hedefledim ilk eserde, “Bizim Hikâyemiz” dedik. Bir dans sanatçısının çocukluktan olgunluğa bu yolda neler yaşadığı... Hayat hikâyesi, ilişkileri, zaman zaman özgüvenini kırılması, bale sanatı çok zor bir sanat. Düşünsenize, 4 yaşından 12 sene sürüyor konservatuar eğitimi, çok zor bir süreç. Aynaya bakıyoruz hata bulmak üzerine... İnsanı zorluyor bir süre sonra psikolojik açısından, özgüvenimizi kaybettiğimiz çok zamanlar oldu. Bütün bunları anlatan, konservatuar öğrencileri de var, üniversite öğrencileri de. Dolayısıyla hepsi kendilerini buldular bu hikâyede. Öncelikle böyle bir hikâyeyi biz anlatalım. Sonrasındaki eserlerde buradan yürürüz diye düşündük. Müzikler de doğal olarak, ben bu ülkenin kültürüne çok aşık olduğum için, ama bale batının sanatı, Vivaldi de var içinde... Yani benim gönlümü neler titretiyorsa onlar var aslında. Ama kanun da var ney de var. Belki sözlerin içinde ufak ufak tasavvuf da var... Böyle bir Doğu-Batı sentezi oluştu yani. Benimki toplumsal bir mesaj değil kesinlikle. Benim gönlüm böyle aktığı için müzikler de koreografiler de öyle çıktı yani. 
 
- Günlük hayatınızda siz ne tür müzikler dinliyorsunuz?
 
Bizim evimizin içinde bir Münir Nurettin, bir Timur Selçuk yankılandı. Dolayısıyla benim herkesten daha farklı bir çocukluğum oldu. Bizdeki yemekler biraz fazla kaliteliydi diyebilirim... (Gülüyor) Arada fast food yemedik de değil yani. İyi beslendiğim için hep o yolun yolcusu olan müzikler benim gönlümü titretmiştir. Vivaldi aşığıyım mesela. Ama Rum müziklerini de çok seviyorum. Bir George Dalaras hayranıyım. İspanyolca, Fransızca parçalar evimizde çok dönüyordu; böyle Charles Aznavour’lar, Gilbert Becaud’lar, Enrico Macias’lar... Şimdi hepsini nasıl sayayım bilmiyorum ama... 
 
- Baleye başladığınızda sizin bir idolünüz var mıydı?
 
Hülya Aksular... Yani Hülya Aksular benim gerçekten çok önemli bir insandır. Bu mesleği seçmemde çok önemli bir yeri var.
 
‘En büyük anılarım’
 
- Böyle bir aileden yetişmenin getirdiği bir baskı oldu mu hiç üzerinizde?
 
Hiç olmadı, hiç. “Şunu seç, bunu seç, biz bu kadar iyi şeyler yaptık, sen de şöyle olmalısın” falan hiç olmadı. Ben zaten kendim karar verdim, biraz da geç girdim konservatuara bu yüzden. Seviye farkı vererek. Normalde ilkokul 5’i bitirdikten sonra 10 yaşında giriliyor, ben ortaokul son sınıfta girdim, 14 yaşında. Nerede bale okulu varsa gidiyorduk. O süreçte babamın tabii çok desteğini hissettim. Beni her yere taşıyordu, “Bak şurada da bale okulu varmış, oraya da girelim” diye. Destek gördük sadece. Şunu da görmedik, “Biz çok sıkıntılar çektik, işte bu mesleği seçmeyin” gibi şeyler de görmedik. Tamamen bize bırakıldı.
 
- Timur Selçuk’la bir sahne paylaşmış, dans etmişsiniz. Nasıl bir duygu?
 
98’den beri paylaşıyoruz. İlk olarak 15 yaşında paylaşmıştım. Çok heyecanlanmıştım. Sonra da 2001, Harbiye Açık Hava’da... Orada senfoni orkestrası arkamda kocaman... İlk çok kalabalığa çıkışım oydu. Lise sondaydım ve kendim hazırlamıştım koreografiyi. Sahneye çıktım, Allah’tan tek başımayım, gitti yani. Bir ay çalıştığım koreografiden hiçbir şey hatırlamıyorum. Karşımda 2 bin 500 kişi... Sonra da konserlerin dansçı kadrosunda yer aldım, her konserde vardım.
 
- Babanızın yorumları oluyor muydu?
 
Çok mutlu bir an bizim için o. “Beyaz Güvercin” şarkısında, sanki bir kuğu gibi çıkıp onun omzuna dokunup... Oradaki baba-kız paylaşımı muazzam bir duygu. Gerçekten çok kıymetli. Bizim en büyük anılarımız da odur. Bana bir gün sormuşlardı “Babanızla normal bir anı” sokakta, parkta vs. diye. Öyle bir şey anlatamıyorum yani. Bu o kadar hepsinin önüne geçiyor ki, anlatabileceklerim bunlar.  
 
‘Çocuklar ‘Billy Elliot’u izlesin’
 
- Çocuklara baleyi sevdirecek, baleye yönlendirecek filmler önerebilir misiniz?
 
“Billy Elliot” var. Bir erkek çocuğu bu. Gittiği okulda bale öğretmeni keşfediyor. Kızlarla bale yapılırken, son derece gelişmemiş bir köyde aslında. Kızları izliyor, yavaş yavaş onlara katılmaya başlıyor. Sonra babası bunu öğrenince kıyameti koparıyor. Öğretmeni de onu Royal Academy of Dance’e hazırlıyor. Kazanıyor. Babası göndermiyor falan, aslında bu çok güzel bir film. Ülkemize uyabilecek bir film.