Uzayın sonsuz boşluğuna...

Edebiyat, şiir, tiyatro ve sinema arasındaki zengin alışverişin incelikli bir örneği olan “Les Beaux Jours d’Aranjuez” günümüzde giderek marjinalleşen yaratıcı sinemasının alabildiğine özgün, yalın bir örneği.

Mehmet Basutçu

Wim Wenders (1945) Venedik’te tam 34 yıl önce aldığı Altın Aslan’a bir yenisini ekleyebilecek mi? Ne yazık ki sanmıyorum. En iyimser yaklaşımla, ödül listesinin biraz daha altlarında bir yer bulmakla yetinmek zorunda kalacak... Neden mi? Edebiyat, şiir, tiyatro ve sinema arasındaki zengin alışverişin incelikli bir örneği olan “Les Beaux Jours d’Aranjuez” günümüzde giderek marjinalleşen yaratıcı sinemasının alabildiğine özgün, yalın bir örneği de ondan. Ayrıca, Sam Mendes başkanlığındaki jürinin, katıksız bir yaratıcı sineması örneğini olan bu tiyatrosal denemeyi ön plana çıkarabileceğini düşlemek pek gerçekçi olmaz da ondan...

Filmin belkemiğini, Avusturyalı yazar ve dramatürj Peter Handke’nin (1942) doğrudan Fransızca kaleme aldığı nefis bir metin oluşturuyor. Bir kır evinin bahçesinde, ılık yaz rüzgârının okşadığı ağaçların altındaki küçük yuvarlak masada oturan genç çift, sağlam ve dingin bir iletişim ortamında söyleşmekte, yaşamdan, kendilerinden söz etmektedirler. Bahçeye açılan pencerenin gerisinde, eski daktilosu başındaki yazarın yaratıcı gücüdür onları böylesine sere serpe konuşturan... Duygular, duyumsamalar, düşünceler yumağı içinde daldan dala atlayarak temelde cinsellikten söz ederken, insanoğlunun ruhsal derinliklerindeki gizemi çözmeye, anlamaya çalışmaktadırlar aslında... Wim Wenders’in üç boyutlu kamerası, bahçenin dışına çıkmaz; çok yavaş hareketlerle sakin bir diyalog içindeki çiftin çevresinde dönüp durur. Dış dünyanın devinimi, gürültüsü patırtısı önemli değildir onlar için; hep birlikte, iç dünyalarında yanıp sönen ışığın peşine düşeriz...

Dört yıl önce, Paris’te, Odéon tiyatrosunda, Luc Bondy’nin Alman oyuncularla sahneye koyduğu “Aranjuez’in Güzel Günleri”nin tadına, sahnenin üzerine yansıtılan ‘üstyazıların’ yetersizliği nedeniyle tam olarak varamadığımızı anımsıyorum... Alman yönetmenin, anadili Almanca olan bir yazarın, özellikle Fransızca kaleme aldığı metnin aslına sadık kalması, incelikli bir sanatsal saygının göstergesi de aynı zamanda...

İnsanoğlunun iç dünyalarının yoğunluğunda yaptığımız bu duyarlı yolculuktan hemen sonra, dünyamıza uzaydan gelenlerin sonsuz gizemine dalıveriyoruz.

Altın Aslan’ın bir başka adayı, Quebec’li yönetmen Denis Villeuneuve (1967) Amy Adams’ın başrolde olduğu Hollywood soslu bilim kurgu türü “Arrival” ile, temelde iletişim güçlüğüne göndermede bulunurken, ne yazık ki, kalıplaşmış kimi reçeteleri yeniden ısıtarak önümüze sürmekten kendini alamayınca, yer yer uzayın sonsuz boşluğuna düşmekten kurtulamıyor. Bildik korkuları işlerken daha derinlikli anlamlar arayan “Arrival” sonuçta ilgiyle, heyecanla izlenebilen bir film; iletişim kuramayınca asıl niyetini kavrayamadığımız her türden ‘yabancı’ karşısında hissettiğimiz korkunun yarattığı savunma içgüdüsüyle birlikte gelen şiddet eğilimine dikkatimizi çeken, iyi niyetli bir geniş kitle sineması örneği...