Uzanıyorum, göğe bakıyorum, yıldızlara, Datça’da!
“Z Kuşağı” tartışmalarını okuyorum, yeni fetiş bu olsa gerek, her kuşak diğerinden daha cahil yetişiyor. Yazık gençlere: “Vizyon, misyon, inovasyon” ahmaklığı pazarlayan üniversitelere girmek için hasta oluyorlar.
Enver Aysever/Kurşunkalem1.
Yazları öteden beri sevmem, sıcaklarla aram iyi değil. Kırk yıllık Datça evimize yine böyle bezdirici yolculuktan sonra vardım. Kooperatif baba evi, günden güne değer kazanıyor. Betona boğulan Datça’da, denize yakın yer bulmak zor. Uygarlık ölçütü yaşadığımız çevredir, çarpık kentleşme öylesine kirli görüntü oluşturuyor ki, Halikarnas Balıkçısı’nın deyişiyle “yıldızlara dokunacak kadar yakın Datça göğü” altında kederliyim. Evin içini pırıl pırıl yapan, sokağındaki çöpten yüksünmeyen insanların ülkesi burası! Hasankeyf can çekişerek öldü.Yıllarca dimdik duran kentin can verişi bizim dönemimizde oldu, sorumluluk hepimizin!
Halikarnas Balıkçısı
2.
Eş dost arasında olmak güzel mi, pek emin değilim, konuşmak istemiyorum artık. Palamutbükü’nde en sevdiğim Dostlar Lokantası kapandı. “Çok mu güzeldi” diye sorarsanız, değildi, ama benimdi, tam kırk yıldır geldiğim Datça’nın bu güzel koyuna şimdi süpermarket yapacaklarmış. Plansız, elbette ruhsatsız yapılaşma sürüyor. Önce Faik’e uğradım, Bük Market duruyor, sevindim. Hoş, sahil tamamen kimliğini yitirmiş halde. Fena göç alıyor Palamutbükü! Ilgın ağaçları mahzun! Burayı da Alaçatı yapacaklar diye ödüm patlıyordu, beteri oluyor. Çay içtik, sohbet ettik, denize attım kendimi. Çirkin yapılara sırtımı döndüm. Yerlisi sahip çıkmadı buraya, göç edenler de kapılmış furyaya. Canım yandı.
3.
Mavi Beyaz’ın önünde Mehmet’le selamlaştık. Direniyor öylece. Geçen sene canlı müzik vardı. Aykut Küçükkaya ile buluşmuş, hep beraber kadeh kaldırmıştık: “Güzel günlere!” diye. Sahi, ne vakit gelecek o güzel günler… Dahası, ne umuyoruz ki; elinde telefonlarıyla, göstermelik yaşantısıyla mutlu ahali. Bencillik karşısında söz bitiyor. Ovabükü’nde şahane bir meyhane keşfetmiş Orhan Gökdemir, kışı burada geçirdi, simsiyah olmuş: “Ben bir şey yapmadım, kendiliğinden oldu” diyor. Rakı yapma işini iyice geliştirmiş. Rakı vergimizle zenginleşen Siyasal İslamcılara inat, bağımsızlığını ilan etmiş. Yakında rakı kitabı da çıkıyor. Okumalı.
4.
Yemek içmek pahalı, oteller keza öyle! Kısa turizm sezonu bu kez daha da daraldı. Ev almayı düşlemek mümkün değil, kiralar almış başını gitmiş. Korona buraya gelmemişti, son durumu bilmiyorum. Çoluk çocuk iç içe, maskeler ya çenede, ya da kola takılıyor. Jandarma tuhaf biçimde insanlara karşı çok sert! İntikam alır gibi davranmalarını anlamak mümkün değil. Bir de yeni alışkanlık çıkmış; on iki ay kalanlar, kendilerini “yerli” ilan etmiş, turistlerden hoşlanmıyor. Bazı yerlerde su sıkıntısı olduğunu işittim. Kolay değil küçük belediyelerin bu nüfusla başa çıkması. Oyunu başka yerde verip, Datça Belediyesi’nden hizmet istemek saçma. Kitap Fuarı bu yıl yapılır mı acaba? Geçen sene ve öncekiler pek başarılı değildi, oysa yazlık yerlerde okur yaratmak önemli. Kekik’e uğradım, en sevdiğim balıkçı, Erk’le selamlaştık. Aralık’ta görüşemedik.
5.
İçimde sıkıntı dinmiyor, nereye gitsem benle beraber. Herakleitos’a kadeh kaldırıyorum, kimseler bilmiyor. Can Yücel’in evini görmek için sıradaydı ahali. Şimdi moda şarapçılık, zeytincilik, organik işler. Dedikodulara bakılırsa el altından arsaları yandaşlar almış bile. Yakında imara açacaklarmış koyları. Koca ülke esir düşmüş cehalete, normaldir olanlar. Bencillik karşısında eli kolu bağlıdır insanın. Kalabalığa bakıyorum, kimseler Halktv’nin cezasını umursamıyor. Herkesin yeri kolayca doluyor, kavga vermek kişinin kendi sorumluluğu! İstanbul’a dönmek istiyorum. Kapımı içerden kilitlemek, tüm dünyaya kapamak…
6.
“Z Kuşağı” tartışmalarını okuyorum, yeni fetiş bu olsa gerek, her kuşak diğerinden daha cahil yetişiyor. Yazık gençlere: “Vizyon, misyon, inovasyon” ahmaklığı pazarlayan üniversitelere girmek için hasta oluyorlar. Peter Altenberg’in “Ruhun Telgrafları” kitabını okudum. Yazar ünlü olduktan sonra “oğlunuzla gurur duyuyor musunuz?” diye soruyorlar babasına, adam yanıtlıyor: “Otuz yıl boyunca işe yaramazın tekiydi. Ben o günlerde ona kızmamıştım. Şimdi de edebiyatçı oldu diye kendimi pek onurlandırılmış saymıyorum. Ben ona özgürlüğü vermiştim. Her şey bir şans oyunu! Ben onun ruhuna güveniyorum” Akşam kadeh kaldırırken babamın yüzüne bakıyorum; o da bana özgürlüğümü vermişti. Datça’ya daha kaç yaz geliriz, kim bilir!
7.
Yanıma bir dolu kitap aldım. Yazarlık böyle bir iş, gereksinim duyunca hemen elinin altında olsun istiyorsun kitapların. Ben Google adamı değilim, illa ki kitap olacak, elbet sınırlı zamana hepsi sığacak değil. Max Frish’in son romanı “Mavi Sakal”ı okudum. Başta ısınamadım, kısacık roman, ikinci yarısında derinden etkiledi beni. Bellek, suç, suçlu, anımsama, imgeler, varoluş üstüne müthiş roman. Tekniği etkileyici. Eski karısı fahişe olan doktor, onunla görüşmeye devam ediyor, günün birinde kadın cinayete kurban gidiyor, gözler sanık olarak ona dönüyor. Öykü yalın, diyaloglar üstüne kurulu metin, doğrusu iç seslerle güçlü bir anlatıma dönüyor. Doktorun şu sözlerinin altını çizdim: “Sonra Rosalinde’yle birlikte restorana gittik, başka şeyler konuştuk, kendimi aldatılmış hissetmedim. Aslında uzun zaman önce anlamış olabilirdim. Daha evliyken. Rosalinde için yatak pek de kişisel bir alan sayılmazdı.”
Uzanıyorum, göğe bakıyorum, yıldızlara, Datça’da!