‘Umutsuzluk varsa umut vardır!’
Salih Bolat’ın denemeler kitabı Gittikçe Yakın (Varlık Yayınları) ismiyle yayınlandı. Kitap, Bolat’ın son birkaç yılda dergilerde ve gazetelerde yayınladığı yazılardan bir seçmeyi içeriyor. Daha önce de eleştirel denemelerini içeren kitapları, Duygusal Düşünceler ve İletişim ve Edebiyat isimleriyle yayınlanan Salih Bolat’la yeni kitabı üstüne konuştuk.
Melisa Duran
‘ŞAİRİN DÜZYAZI YAZMASINI ÖNEMSİYORUM’
- Gittikçe Yakın, üçüncü düzyazı kitabınız. Üç kitaplık yazılarda bir şair olarak neler söylüyorsunuz? Şiir dışı yazılar da yazmaya neden gereksinim duyuyorsunuz?
Ben, bir şairin düzyazı yazmasını çok önemsiyorum. Bir şair aynı zamanda bir entelektüel olduğuna göre, zihinsel süreçlerini de şiir dışı bir dil ile ifade etmelidir. Elbette bu kendi istenciyle olmalıdır.
Kültürel, estetik, genel olarak sosyopolitik ve yer yer felsefi yazılar yazması, bir şairin şiirsel arka planında nelere yaslandığı konusunda bilgi verir. Yazdığı şiirlerin rastlantısal olmadığı, ne gibi arayışları sürdürdüğü ve ne gibi poetik sonuçlara ulaştığı konularında da ipuçları verir.
Ülkemizde çok yoğun olarak şiir yazılmasına karşın, şiirin kültürel ve eleştirel yanı ile ilgili çalışmalar yeterli düzeyde yapılmamaktadır. Belki benim poetik yazılar yazmamdaki önemli nedenlerden biri de budur diyebilirim.
- Gittikçe Yakın iki bölümden oluşuyor: “Yakın Okumalar” ve “Yakın Düşünceler” adlı bölümlerin izleksel olarak farklılık gösterdiğini görüyoruz. “Yakın Okumalar”, Türkçe şiirin önemli şairleri üstüne olması açısından daha sistematik.
“Yakın” okuduğunuz şairleri belirlerken bir ölçütünüz oldu mu? Neye göre belirlediniz?
O şairlerin çoğunu yakından tanıdım, bazıları arkadaşımdı. Şiir dünyalarına ve sosyal hayatlarına yakından tanıklık ettim. Aradan epey uzun zaman geçtikten sonra, şiirlerini yeniden okuduğumda nasıl görecektim, bunu denedim.
Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Attila İlhan, Edip Cansever, Gülten Akın, Arif Damar, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Metin Altıok, Behçet Aysan, küçük İskender, Oruç Aruoba, Hüseyin Ferhad, Adnan Azar gibi şiirimizin belirgin şairleriyle ilgili önemli şairlerdi.
Bu şairlerin gerçeklikle şiirsel ilişkileri, dilsel ve ideolojik dönemeçleri, kültürel ve toplumsal arka planları, yazılarımın odağını oluşturdu. Zaman zaman anılara ve tanıklıklara da yer vererek yazılarıma organik bir nitelik kazandırmaya çalıştım.
YALNIZLIK, UMUT, UMUTSUZLUK VE AŞK!
- Kitabın “Yakın Düşünceler” adlı bölümünde, daha çok günlük hayat, yalnızlık, aşk, trenler ve garlar, ağaçlar, çocuk edebiyatı, ağlamak, yemek kültürü, kitabevleri, intihar, direniş, dağlar, umut-umutsuzluk, yürümek gibi evrensel insanlık durumlarına gönderme yapıyorsunuz.
Bu konuları neye göre belirlediniz?
Bu konuları herhangi bir somut ölçüte göre belirlemedim. Yazıların yazıldığı zamanlarda kafamı kurcalamış olmaları ya da toplumsal açıdan tartışılıyor olmaları yazmama neden oldu.
Ama “yalnızlık”, “umut-umutsuzluk”, “aşk” gibi konular her zaman gündemimde olmuştur. Çünkü, örneğin aşk konusu, şiir ve bilgelik ile doğrudan ilgilidir.
Gerçekten de aşk ilişkisine giren bir insan, tıpkı şiirde olduğu gibi, kendi dışında referansı olmayan bir ilişki içerisine girer. Aşkı yaşayan insan, o ilişkinin bilgisini dile dönüştürürken, bilgedir.
Şiir de aşk gibi kendi dışında referansı olmayan bir dildir. Şiirin ürettiği anlam evreni, yazıldığı süre içerisinde var olan bir dildir.
Şiir de aşk gibi önceden tasarlanmış anlamlara giydirilen bir dil değildir. Şiir yazarken, şair de “olanak bilgisi” üreten bir bilgedir, aşıklar gibi.
- Behçet Necatigil’in şiirlerinden söz ederken, bir “boşluk” duygusundan söz ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Necatigil’in şiirlerinde önemli bir yer tutan “boşluk” duygusu, aslında yabancılaşmış kent bireyinin anlam arayışının bir yansımasıdır. “Ölüm”, “kuyu” gibi izlekler de bu anlam arayışının imgesel karşılıklarıdır.
Gerçekten de Necatigil’in şiiri, kentleşme ile birlikte biçimlenen kapitalist yaşama biçiminin ürettiği yabancılaşmış bireyin şiiridir.
Yanlış anlaşılmasın, şairin kendisi yabancılaşmış değildir, şiirlerinin nesnesini oluşturan hayatların insanları yabancılaşmıştır, demek istiyorum.
UMUTSUZLUK AYDINLIĞIN SINIRLARINI ARAR, KÖTÜMSERLİK KARANLIĞA ÇEKER!
- Bir yazınızda umuda karşı umutsuzluğu önermeniz çok ilginç geldi bana. Bunu bir ironi olarak anladım, yanılıyor muyum?
Hayır, ironi değil. Diyalektik bir ilişkiden söz ediyorum. Umutsuzluk, şiir ve sanat söz konusu olduğunda çok da kötü bir şey değil. Ama onu “kontrollü umutsuzluk (nasıl olacaksa!)” olarak sürdürmek kaydıyla.
Bir yerde Asad Haider’in söyledikleri de doğru “…Kötümserlikten farklı olarak umutsuzluk, bir yandan her yerde sınırlar görürken, bir yandan da düşünceyi ve eylemi mevcut koşullara karşı çıkmaya teşvik etme eğilimi taşır.”
Böylece umutsuzluk, “kökten farklı bir şeyin olanağını koruyarak, bizzat sessizleştirdiği umut ruhunu uyandırır.” Demek umutsuzluktan söz ederken, aslında umuttan söz ediyorum…
- Sizin de isminizin geçtiği “1980 Kuşağı şiiri” konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu kuşak her şeyden önce dil estetiğini önemseyen, okuyan, şiirin entelektüel bir etkinlik olduğunun farkında olan bir kuşaktır. Kendinden önceki şiir deneyimlerini (1940 Kuşağı, İkinci Yeni) anlamaya çalışan, onlardan yararlanan bir kuşak.
Antropolojik ilgiler, dinsel ve tinsel duyarlılıklar, imgesel arayışlar, marjinal ilgiler bu kuşağın özellikleri oldu. Demek doğru dürüst şiir yazmak için ne gerekiyorsa, onu yapanlardan oluşuyormuş bu “kuşak”.
Elbette “1980 Kuşağı” denilince, homojen bir yapılanma, bir manifesto çevresinde toplanma gibi bir hareket anlaşılmamalı. 1980 Kuşağı’nı oluşturan şairlerin hepsi de tek tek parlayan yıldızlar gibi, kendilerine özgü özellikleriyle şiirsel ilerleme kaydettiler.
- Metin yazarlığı, senaryo gibi konularda dersler veren bir öğretim üyesi olarak da yazarlık konusunun içindesiniz. Günümüzde sık rastladığımız “yaratıcı yazarlık” kursları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu durum yazılı kültürün gelişmesi ve yaygınlaşması açısından sevindirici. Ne var ki, böyle bir eğitim için yetersiz kişilerin, yetersiz materyallerle, yetersiz ve yanlış programlarla yazı/yazarlık atelyeleri yürütmeye çalıştıklarını da görüyorum.
Bu tür çalışmalara katılmadan yazar olunamaz mı? Elbette olunur. Ama bu tür çalışmalara katılan yazar ile katılmayan yazar arasında da fark vardır.
Elbette bu atölyeleri yazar yetiştiren çalışmalar olarak görmek yerine, daha çok “eleştirel okur” yetiştiren çalışmalar olarak görmek daha doğru olur. Zaten bir yazar da önce eleştirel okur olmalıdır.
Gördüğüm kadarıyla yazarlık atölyelerinin çoğunda ders veren kişiler yazar ya da şair olmalarının kendilerine sağlamış olduğu deneyimlerini paylaşıyorlar. Elbette bu çok iyi bir şey. Ama yazarlık atölyelerinde ders veren kişilerin, akademik bir yeterliliklerinin de olması beklenir, diye düşünüyorum.