Ulus ve 'Milliyetçilik'
cumhuriyet.com.trDincilik ve ırkçılık, salt Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı değil, insanlık düşmanlığıdır. Anadolu’yu, uygar dünyada aşiretler federasyonuna çevirmektir. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Devletsiz ve ulussuz bir ülkede bir “ulus devleti” yaratmak. İşte, Atatürkçülük budur.
Burjuva sınıfının, toplum katmanlarını ve sınıflarını, “pazar”da bütünleştirme ülküsü, gelişme yasaları sonucu, “ulus toplumu”nu doğurmuştur. Yeni yönetimle yeni toplum arasındaki bağ, “milliyetçilik”le kurulmuştur. Yeni toplum (ulus, millet, nation), varsayılan öğeleriyle yeni bir veri üretiyor. Bu veri, ilk aşamada demokrasidir. Kuşkusuz, her toplumun bir devleti olmuştur (ilkel komünal toplum dışta). Yeni toplumun devleti, demokratik “ulus devleti”dir. Ulus devletinden önceki devlet, feodal “monarşik” bir kurumdur. Bu devletin temel dayanağı “din”dir. Bu, toplumun tüm sınıfları ve katmanları ile devleti yönetenler arasındaki bağı, “din”in kurması anlamına geliyor.
Ulus devletinde, hükümet ile toplum arasındaki bağı “milliyetçilik” kurar. Yeni toplum, bir “millet” olduğu için, ondan yana olmayı “milliyetçilik” kavramı içerir. Kuşkusuz, devletsiz milliyetçilik de vardır. Yahudiler, binlerce yıl, devletsiz milliyetçilik yapmışlardır. Arap ve Afgan milliyetçiliği daha ilginç bir nitelik taşıyor: “Milletsiz milliyetçilik.” Araplar, aşiret başkanlarının söylemleriyle “milliyetçi”dirler. Feodal parçalar, “millet” kavramıyla, şiddete (terör) dayanan “duygu birliği” yaratıyor. Oysa her parça, dışındaki parçanın gizli düşmanıdır.
Milliyetçiler, her şeyden önce, kendine özgü düşün, duygu ve duyum özellikleri olan tarihsel donanıma sahip bir “ulus”tan söz ediyorlar. Örneğin, Türk milliyetçileri, tarihten önce, Orta Asya bozkırlarında yaşayan göçebe Oğuz boylarını “millet” (ulus) olarak adlandırıyorlar. Oysa, o boylar bugün bile “ulus” değillerdir. “Milli çıkar” kavramı milliyetçilerin tutkun oldukları bir kavramdır. Örneğin, Devlet Bahçeli, sürekli “milli çıkar”dan söz eder ve kendi dışındaki tüm siyasetçileri, çıkarımızı koruyamamakla suçlar. Oysa, kendisi ulusumuzun çıkarlarını kavrayamamış görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarını kavrasaydı, “Büyük Doğucu bir İslamcı”yı, Çankaya’ya çıkarır mıydı? Bu siyasal tehlikeyi göremeyen kişi, ulusal çıkardan söz edemez. Onun dilinde, “ulusal çıkarlar ve değerler”, bir alışkanlığın ürünüdür. Bilinç taşımıyor.
Ulus toplumunun vazgeçilmez öğesi, “bağımsızlık”tır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra yoğunlaşan sömürgeci (emperyalist) gelişmeler, “çağımızda bağımsızlık kavramı değişti” gibi çarpık önermeler yarattı. Bir sömürgeci için, bu önerme geçerlidir. Çünkü, sömürgeci güç, zaten sınır tanımıyor. Bütün halkların, tüm ülkelerin ve ulus devletlerinin kendi çıkarına hizmet etmesini istiyor. ABD, dünyanın her yerinde üsler kuruyor, ama Amerika Birleşik Devletleri’nin hiçbir eyaletinde, bir Türk üssü kurulmasına izin vermez. ABD, tüm dünyayı sömürüyor, ama hangi mazlum ulus, ABD halkını sömürüyor? Bu gelişmeleri değerlendiremeyen kimselerin demokrasiden, ulustan ve “milliyetçilik”ten söz etmeleri, ekinsel sığlıktan kaynaklanıyor.
Sınırları belli olan bir yazıda, özgün siyasal öğretileri, örneğin liberalizm, dincilik, yozlaşma vb. gibi kavramları tartışmayacağım, ama Atatürk karşıtlığının bir yanılgı olduğunu göstereceğim. Önce şunu yineleyelim: “Milliyetçilik, hükümetlerle toplumları arasında bağlantı kurar.” Atatürk, Samsun’a çıktığı gün, ne devlet vardı ne de millet. Osmanlı devleti yıkılmış, ülkesi ve uyrukları, sömürgecilerce paylaşılmıştı. Anadolu’da bir ulus toplumu yoktu. Buna karşın Atatürk, Amasya Genelgesi’nde, Anadolu’da bir “ulus” olduğu varsayımından hareket etmiştir. “Milleti, yine milletin azm ü kararı kurtaracaktır” demiştir. İlk tasarımı, bir “ulus yaratmak”tır. Muhsin Ertuğrul’un “Bir Millet Uyanıyor” adlı filmi de, uluslaşma aşamasındaki bir halka “ulusal bilinç” verme çabasıdır.
Ulus toplumunun devleti, demokratik devlettir. Mustafa Kemal’in harekete geçirdiği “Kuvayı Milliye”, bir milletin örgütü değildi. Ayrı sömürgecilerce işgal edilmiş bölgelerin ve kentlerin direniş güçleriydi. Mustafa Kemal, bu güçleri, yeni toplum gücü olarak birleştirmek için, yeni bir devlet kurmayı tasarladı.
Devleti olmayan bir “millet”i tanımlıyordu Mustafa Kemal. Anadolu halkının (halklarının demek daha doğru) temsilcileri ile bir “Meclis” kurdu ve o kurumun ilkesini ve ülküsünü belirledi: “Egemenlik, bağsız ve koşulsuz ulusundur.” Artık, Anadolu halkı, siyasal olgunluk ulusu olarak bağımsızlık savaşı vermeye hazırdı. En ilkel tarım toplumu, erki doğrudan kullanacak ve bir devrim yapacaktı.
Böyle bir devrimi yapmadan, ulus toplumu olmak olanağı yoktur. Aşiretlerin egemen olduğu bir toplumu “Sen ulussun, egemenlik hakkını sen kullanırsın” demekle, uluslaşılamaz. Ulus olmanın gereği olan dönüşümü sağlamak gerekir. İlk koşul, ırksal ve inançsal ayrışımı ortadan kaldırmaktır.
Laiklik, inançsal ayrışımı ortadan kaldırmanın yoludur. Bu yol, çağdaş ulusların açtığı ve genişlettiği bir yoldur. İkinci koşul, ortak bir pazar yaratmaktır. Toplumun tüm üreticilerinin ekonomik gücünü yansıtan bir pazar, ortak bir dille olanaklıdır. Pazarda ortak dil zorunludur. Tüm dünyanın İngilizce öğrenmesi bir rastlantı mıdır? Dünya ortak pazarında, “sömürgeci birliği”, böyle kurulabilir. Anadolu’da, ortak dil Türkçe olabilirdi. Çünkü, altı yüzyıldan bu yana çarşıda, pazarda, dergâhta, tekkede ve devlet kapısında, Türkçe konuşulup yazılıyordu.
Kısası, Anadolu’da temsil yeteneği olan tek dil Türkçeydi. “Devletçilik ve milliyetçilik”, bu tarihsel zorunluluğun sonucudur. Bütün bunlar, ancak, “bilimsel devrim”le sağlanabilirdi. Bu yüzden, toplumun bin yıllık eğitim ve öğretim siyasasını dönüşüme uğratmak gerekirdi. Dincilik ve ırkçılık, salt Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı değil, insanlık düşmanlığıdır. Anadolu’yu, uygar dünyada aşiretler federasyonuna çevirmektir. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Devletsiz ve ulussuz bir ülkede bir “ulus devleti” yaratmak. İşte, Atatürkçülük budur.