Ülkemin insanlarının sesi

Muzaffer İlhan Erdost, insan hakları savunuculuğunda, ödenmiş en ağır bedellerin acılarını şiirle, öykülerle, kitapla, resimle, fotoğrafla, eleştiriler, makalelerle.. sanatla konuşarak paylaşan insan..

Şükran Soner

Erdost, eğitimiyle üretken veterinerlik bir kenarda, gazetecilik, yöneticilik, yazıişleri müdürlüğü bile yapmış. Sol Yayınları’nın kurucusu, 1980’de kardeşi İlhan’ın ölümünden sonra Onur Yayınları yönetmeni olarak, solda üretim, çeviri yapan pek çok ünlünün kitaplarının basımını üstlenerek yollarını açmış. Yetmez, insan haklarının evrensel değerleri ile ödünsüz savaşımında, örgüt kuruculuğunda da aktif katılım yanında, sayısız etkinlikler içinde, 60 yıla ulaşan rekor bir sürece bıkmadan, yorulmadan katkıda bulunmuş..

İnanmayacaksınız ama Muzaffer İlhan Erdost ile İlhan İlhan Kitabevi’nde saatler süren, benim için çok özel, bir o kadar keyifli söyleşide bırakın teyp kaydını, doğru dürüst not almamı gerekli kılacak kadar bile konuşmadı. Tamam bana kıyamayarak hasta hasta gelmiş, konukseverliği ile kızını, çalışma arkadaşlarını da seferberlik dozunda koşturmuştu ama... Ama saatler, “Şu kitabı da al, bunu da okumalısın, şu dosyayı da senin için ayırdım. Şu resim, fotoğraf sergileri katologları da senin...” diyerek benim için çok keyifle, kızının evde yaptığı sıcak börek, durmadan tazelenen çaylar eşliğinde şaşkınlıkla izleyip, durduramadığım bir koşturmaca içinde geçiyordu.

Muzaffer Ağabey’i durdurmak olanaksızdı. Yakarış içinde “Gazetenin kâğıdı bir servet biliyorsun. Bir sayfaya neleri paylaşabilirim ki..” itirazlarıma gülümsemekle yetiniyor. “Sonra kendin okursun ama bunu da vermeliyim, şunu da almalısın, bak şu yeni basılacak. Kızım fotokopi çıkarttırsın, onu da mutlaka almalısın..”la öğleden sonra başlamış buluşma, akşamın alaca karanlığına uzanıyordu.. Tamam sanatla özdeşleşmiş üretkenliğini bilmez değildim ama bu kadar çok atladığımdan utançlı, ikram edilenin değerinin manevi baskısı altında nokta koyabilmek için boşuna çırpınıyordum..

Vicdanımı hafifletmek adına o günden kafama koymuş olarak, Cumhuriyet gazetesinin, her darbe, operasyonlar süreçlerinde pek çok kez yağmalanmış, yine de tarih kokan arşivinde bir köşe açılması önerimi kendisi ile henüz paylaşmadım. Bu köşeden, elbette arşivimizin emektarlarını da çok mutlu etmiş olarak önce sizlerle paylaşıyorum. Birkaç kolilik kitapların ancak kapaklarını açmış, şöyle bir göze atmış, içlerini okuyamamış olarak söz veriyorum ki ben dahi yaratabildiğim zaman dilimleri içinde tek tek Arşivimizden alarak okumanın keyfini çıkaracağım..

Bu arada sonu gelmez gibi duran bu inanılmaz kitap, sergi katalogları ikramında, Muzaffer Ağabey’in her seslenişinde kitap başlıklarını ezbere, eksiksiz okuyarak istemesinin şaşkınlığı içindeyim. Bellek özürlü olmam cabası, ülkemizdeki acımasız insan hakları, sanatçılara, ülkenin aydınlanmacı her kesiminden insanlarına ödetilen bedellerin ağırlıklarının simgesi, kanlı olayların, baskı dönemlerinin de adlarını içinde barındıran olaylarının anlatıldığı kitapların, şiirlerin bir bütünlük içinde besbelli hepsini barındıran, o derinliğini ancak hissedebileceğim sanatçı duyarlılığı ile yoğrulması yetmezmiş gibi, içeriklerinden de not düşmeleri var ki..

Dayanamamışım, “Muzaffer Ağabey her zaman, her koşulda hep gülümseyerek duruşunuzu, çok az konuşmanızı, çok az tepki vermenizi izlemişimdir. Şimdi ancak sizin sanatınızla insanlara, en acılılarına dokunabilmenizin, ulaşabilmenizin keyfinde, konuşmak, kendinizi anlatmak gereğini bile duymadığınızın ayırımına varıyorum..” deyivermişim. 

İNSAN HAKLARI SINAVI ANILARI..

İlhan Selçuk dostluğu en başta, Cumhuriyet gazetesi bağlantılı karşılaşmaların anıları bir yana.. Muzaffer Erdost’la benim için çok değerli özel karşılaşmalarımızda 12 Eylül sonrasının İnsan Hakları Derneği’nin kuruluş çalışmalarından başlayan, yönetimde alınan görevlerle beslenen, Erdost’un yanında, Nevzat Helvacı, Vecihi Timuroğlu, Emil Galip Sandalcı’nın... isimleri en önlerde çok fazla tarihe kaydı alınması gereken anılar var.. Elbette, solun silindir gibi ezildiği yılların acılarının, en çok cezaevi kapılarında dik durmayı başaran kadınlar, analar, eşler, kız kardeşlerin çabalarıyla insan hakları örgütlülüğüne dönüştüğü gerçeğinin altını öncelikle bir daha bir daha çizmek gerek.

Ablalar, kız kardeşlerin uzun listesini paylaşmak, unutulanlara haksızlık olur. Özverileri, çabaları, katkıları belleğimizde.. Sonunda Derneğin kuruluş toplantılarını noktalıyoruz. Bildik sol yelpazede yönetime ağırlık koyma çabaları, yönetim kurulu üyelerinin belirlenmesinde bir küçük pürüz çıkaracak gibi.. Sağdan da bedel ödeyenler varken, Dernek çatısı altına girmede gönüllü olamadılar. 12 Eylül’ün siyaseten sağın önünü açmasının payı bilinemez, ancak sağ tutukluların “İdeolojimiz iktidarda, biz hapisteyiz” söylemleri de belleklerde..

Uzatmadan gerilimin kalkması adına araya girmiş, “Ben kimsenin siyasi aidiyetini sorgulamadan gazeteci olmanın ayrımcılığında, bir siyasetin sözcüsü gibi yargılanan Barış Derneği’nin bir benzeri konuma düşmememiz gerektiğini düşünüyorum..” türünden bir çıkış yapmıştım. Hukukçu bir arkadaş yargılama sonucunu da anımsatınca, “Yargılanma kaygısı ile değil, gerçekten bütün insan hakları mağdurlarını kucaklayabilme adına İnsan Hakları Derneği’nin kurulabilmesi anlamı üzerinde durmuştum.” Özellikle isimlerini saydıklarımın evrensel değerlere ilişkin dik duruşları ile son dakika pürüzleri giderilmişti. Elbette Erdost’un kendi kökenlerinden pek çok siyasi hareketi kızdırmayı göze alarak evrensel insan hakları değerleri ile dik duruşu çok daha anlamlı ve değerliydi..

***

Sayfamızda Sol ve Onur yayınlarının 7 Kasım 2014 tarihli katoloğunda yayımlanmış bir fotoğraf var. Vecihi Timuroğlu’nun elinde karanfil. Besbelli Muzaffer Ağabey’in cümleleriyle yazılmış fotoğraf altında, “33 yıl İlhan’ın sinine karanfil koyan adam” açıklaması var. Hemen seçtim, çünkü kimselerin unutamayacağını biliyorum. Vecihi Timuroğlu sonuç olarak kökeniyle bağlı olduğu topraklarda, ileri yaşında faili meçhuller kapsamında katledildi. Derneğin kuruluş gecesinde yanımda oturuyordu. Keyfi yerinde kulağıma eğildi, “Şükran sen Alevi olabilir misin” sorusunu yöneltti. Elbette hiçbir fikrim yoktu. Sizi seviyorum ama olup olamayacağımı da bilemiyorum türünden bir cevap alınca da gülerek devam etti.. “Ne yazık ki olamazsın, doğman gerek. Biz yıllarca Aleviliği sizlere ilericilik olarak yuttururken bu gerçeği sakladık. Doğmunla ortaya çıkmış bir inancın aidiyeti, ilericilik sayılabilir mi? Bizim ilericiliğimiz bize yönelik başka mezheplerden gelen kanlı katliamlardan, baskılardan, mağduriyetlerden. Cumhuriyet’e, Atatürk devrimciliğine, aydınlanmacılığa gönülden bağlılıklarımız da aynı kökenlerden..” Gerçek aydınlanmacı birikimleri, toplumsal büyük katkıları, dik duruşuyla da çatışmacılığa yaramak üzere acımasızca katledildi. Azmettiren tetikçilerin odağında da kuşkusuz içerden ve dışardan, en büyük merkezlerden olasılıkları sayın sayabilirseniz..

Yeri gelmişken aynı hamurdan çok yakın arkadaşı Erdost’un konuşmaksızın sürdürülecek söyleşisine dönelim. Aynı tarihli kataloğun iki sayfa öncesinde Talip Apaydın, İlhan İlhan kitabının sayfalarının içinde, kütüphanenin önündeki fotoğrafının altına “Karanlık yolların aydınlık yolcusu” notu düşülmüş. Bir sayfa öne geçiyorum. Vahap Erdoğdu’dan “Ay Dolandı Ardıçlığı/ Bir şair yürürken Hakka/ Yalnız değildir,/ Sürükler peşinden sevdiklerini!” Sayfaları çevirdikçe yürek burkan insancıl güzelim anıları, bilge kişilikleri, sanatçı güzellik katkıları ile aydınlanmacılar korosundan ünlü pek çok ismin daha resmi geçitleri.. Nokta konulacak gibi değil..