Uğur Mumcu Yazarlık Okulu...

Yirmi yıl önce dünyaya gelen çocuklar, bugün filinta birer delikanlı, edalı birer genç kız' Adını bilseler, bilmeseler de, onu tanısalar, tanımasalar da Uğur Mumcu gerçekliğinin ışığıyla büyüyorlar yirmilik bu delikanlılar' Çünkü toplum katmanlarını kuşatıp sarmalayan, mitolojik çağlarla örtüşen bir Uğur Mumcu idolünün gücü onlara da yansıyor'

cumhuriyet.com.tr

Bin yıl sonra da değişmeyecek bir toplumsal erdem, vicdani görev, ahlaki sorumluluk kavrayışının ancak mitoloji kahramanlarına özgülenebilecek simgesi Uğur Mumcu. Tıpkı Yunus'un sekiz yüzyıldır kendi niteliğini bu doğrultuda simgeleyişine benzer biçimde'

İşte um:ag, bütün bunların toplamını dile getiren bir kurumsallaşmanın adı olarak da anılabilir sanıyorum. Belki geniş toplum kesimleri, daha çok bir 'araştırmacı gazetecilik' kavrayışının iyiden iyiye köklenip yaygınlaşması anlamında alıyor bunu. Ancak bununla yetinilmediği ortada. Nitekim um:ag, ülkenin basın yayın dünyasına kattığı araştırmacı gazeteciler kadar yıllardır düzenlilik içinde sürdürdüğü yazarlık seminerleri yoluyla fışkıran, dal budak salmış görünen bir yazarlar topluluğuyla da dikkati çekiyor.

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı yazma seminerleri katılımcılarına yönelik sayısal verilere göz atıldığında, bu olguyu apaçık gözlemek olası.

Vakfın (um:ag) Eğitim Koordinatörü Ümit Yüksel Bal'ın verdiği bilgiye göre 1996'da başlatılıp yedi ayrı başlık altında sürdürülen seminerlerdeki katılımcı sayısı dört bine ulaşmış durumda. Varılan düzey, bu alana yönelik birikimi ele verirken yazınımızın bu tür etkinliklerle enikonu bir dönüşüme uğrayacağı kestirilebilir. Baştan bu yana seminerlere katılan adaylar arasında çoğunluğu gençlerin oluşturması, her yaştan kadının başı çekmesi, um:ag yazma seminerlerinin geleceğine yönelik umutların da somut verisi olarak kendini koyuyor'

BİR 'um:ag' YAZARLAR KUŞAĞI MI DOĞUYOR?..

Yazma seminerlerine katılanlar arasından kitap yayımlayanlara göz atıldığında kabarık bir liste çıkıyor karşımıza. Bu, yazar adaylarının kendilerine duyduğu özgüveni göstermesi açısından dikkat çekici. Bal'ın listesi, yaptığım soyadı düzenlemesiyle şöyle sıralanıyor:

Sevgi Can, Aysevener Aksel, Şenay Eroğlu Aksoy, Raşel Rakella Asal, Emsal Aslan, Güner Arslan, Mehmet Oğuz Arslan, Aydın Şefik Atasoy, Fatih Atila, Emine Aydoğdu, Emine M.Azboz, Hande Baba, Zekeriya Babaoğlu, Nurhayat Bezgin, Senem Dere, Yıldırım B.Doğan, Seyhan Ecer, Mehtap Erdoğan, Serhan Ergin, Adile Erkan, Yüksel Gaffaroğlu, Gamze Güller, Müyesser Güner, Yıldız Işık, Betül İğdeli, Celal İlhan, Taylan Kara, Fendiye Kartal, Zafer Kılıç, Özge Kır, Gülhan Koçak, Sofya Kurban, Mürselin Kurt, Esengül Kutkan, Ceren Olpak, Koray Özer, Suzan Bilgen Özgün, Şelale Özmen, Emrah Polat, Kevser Ruhi, Selçuk Sarısaltık, Aysun Sezer, Şule Şahin, Meral Çiyan Şenerdi, Abdullah Şevki, Perihan Taylan, Sibel K. Türker, Fadime Uslu, Meltem Vural'

Yukarıdaki listenin yine de eksiklik barındırabileceği gözden uzak tutulmamalı' Buna karşın bugüne dek bir yuvarlamayla yazarlık seminerlerine katılanların toplam altı yüz dolayında olduğu kestirilirse eğer, yaklaşık %10'unun yani elli kadarının kitap yayımlayabilmiş olmasını önemsemek gerekiyor. Kitap yayımlayan kadınların erkeklere oranla sayıca üstünlüğü de çıkıyor ortaya.

Söz konusu yazarların neredeyse yarısını 'Kitaplar Adası'na konuk aldığımı söyleyebilirim gönül rahatlığıyla' Demek ki, yazma seminerlerine katılan adayların, bir süre sonra kitap yayımlayıp bu bağlamda ciddi erke üreterek birikim, dönüştürüm merkezi bağlamında işlev yansıttığı söylenebilir. Ne ki um:ag Eğitim Koordinatörü Bal'ın aktardığı yukarıdaki listede, ilk kitabını seminerler daha başlamadan yayımlamış Fatih Atila'nın yer almasının farklı bir açıklaması olsa gerek.

Bu birikimin süreç içinde yazınımızda bir ana damara dönüşeceği kestirilebilir sanıyorum. O halde yukarıdaki yazarlarla yayımladıkları kitaplara eğilmek, bunlara değgin çalışmalar yürütmek yazınımızdaki yönseme kadar bütüne yönelik farklı açılım uçlarıyla tanışmak anlamına da gelecektir.

Bir de dergilerde yazan, henüz kitap yayımlamasa da ileride ilk kitaplarıyla tanışacağımıza kesin gözüyle bakılabilecek adlar var. Yani um:ag yazma seminerlerinin bir çığ etmeni halinde gelişip yayılacağı, süreç içinde belki okul belki kuşak bağlamında görece yazınımızı etkileyecek farklı bir yönseme olarak kendini koyacağı öngörülebilir.

Bundan ötürü henüz kitap yayımlamamış bir genç yazarımızla kitap yayımlamış bir yazarı birlikte alarak, bunların verimlerine göz atıp 'um:ag Yazarlar Kuşağı' gibi bütünü kapsayıcı, ötesinde yazınımızın ana gövdesiyle bunları ilişkilendirici bir üst başlık altında düşünceler üretmenin daha akılcı olacağı kanısını taşıyorum kendi payıma'

PINAR GÜNER...

Pınar Güner, um:ag yazma semineri katılımcısı genç bir yazar' Dergilerde görünen Güner'in şimdilik kitabı yok ancak ileride bir ilk kitapla bizi selamlayacağından da kuşkum yok onun ama türü ne olur bunu kestirmek güç. Çünkü öyküler kaleme almakla birlikte gerek yazın gerekse sinema alanına özgü eleştiri, inceleme yazılarıyla da görüyoruz onu.

Okuduğum birkaç sinema yazısı, Pınar Güner'in, bu türde kalem oynatanların kanonik tutumunu sürdürdüğünü gösteriyor bir ölçüde. Oysa Pınar, sağlam bir yazınsal temelden geliyor. Öteki yazıcılarla kol kola duruş sergilemesi gerekmiyor ille. Bu yüzden sinema yazarlığında bir an önce kendi yazınsal kabına dönmesini önereceğim ona.

Nitekim 'Virginia Woolf Romancılığı' başlıklı yazısı (kitap-lık, 162, Temmuz-Ağustos 2012), gerek derinliği gerekse bunları işleme, öğeleri ilişkilendirme yaklaşımındaki tutarlılıkla öne çıkıyor. Woolf için Türkçede 'giriş/ başlangıç kılavuzu' bağlamında önemli paya sahip bir yazı bu, görebildiğimce.

Böylesi bir yazardan, kendine özgü, yazınsal temele dayalı sinema yazıları beklenmeli o halde. Kaldı ki bu yazılarda olaylara bakışını eğlenceli bir yaklaşımla bir anda çok öne kaydırıp çok uzağa atarak farklı açılımlarla besleyip süsleyebiliyor'

Masamda on iki öyküden oluşan bir de öykü dosyası var Pınar Güner'in. Belirsizliklerle örülü, insanla insanın tam buluşacakken değme noktasında kopuverdiği suskunluklara dayalı öyküler kaleme alıyor Pınar. Kendine özgü kılmayı başardığı bir dille üstelik.

Onun, öyküleri kurgulayış biçimi üzerinde durulabilir. Çünkü kişilere karışmayan, yalnızca uzaktan izleyen gizli bir anlatıcıymış havasında yapılandırıyor onları hep. 'Allah Allah, ne yapıyor bu öykü kişileri böyle?' dedirtircesine okura. Bu farklı tutum, öykülerle okur arasında, neredeyse yazarın ortadan kalktığı bir özdeşleyim duygusu uyandırıyor görece. Bir insan kalabalığı öykülerde, hiç kimsenin birbirini umursamadığı neredeyse. Behiç Ak'ın 'Kim Kime Dum Duma'sındaki ilginç havaya benzer biçimde. Belki tek sıkıntı, iyi kurulmuş bu öykü evreninde karakterlerin içeriden değil bir ölçüde dışarıdan yansıtılması; bu nedenle de tipleştirmeye açık hale gelmesi öykünün. Çünkü bu tutum, karakterleri tam anlamıyla yansıtmaya yetmiyor kanımca.

Kişilerin öykülerde kuşandığı toplumsal cinsiyet rollerinin ağırlığı altında kendi varlıklarını inatla nasıl duyurmaya çabaladıklarının da altını çizmek gerekiyor burada. Sonra bu evrenlere bir yerlerden sızıvermiş görünen söylensel öğeler' Sanki geçmişten uzanarak nasıl olup da böyle bir gelecek kurmuş olabileceğimizi bize gösteren ayna tutuşuyla.

Pınar Güner'in bu ilginç dosyasını yakın gelecekte kitaplaşmış olarak göreceğimizden kuşku duymuyorum'

SELÇUK SARISALTIK...

Selçuk Sarısaltık, katıldığı um:ag yazma seminerleri sonrasında ilk kitapla okur karşısına çıkan yazarlardan. Bir ilk roman bu: Beyaz Kurt'un İntikamı (Ürün, 2010). Bir de oyun dosyası okumuştum yazardan, iki satır yazmıştım da üzerine. Ondan okuduğum ikinci ürün oldu roman. Ümit Yüksel Bal'ın listesinde ayrıca bir öykü kitabı da yayımlamış görünüyor yazar: Titreyen Gölge.

Gerek oyununda gerekse romanında iyi bir evren kurucu, anlatıcı, hikâye geliştirici izlenimi bıraktı bende Selçuk Sarısaltık. Karakterlerini yapılandırıp onları gerçektenlik temeline dayalı biçimlendirmekte belli ki hüner sahibi.

Beyaz Kurt'un İntikamı, 1950'lerde Konya Ereğli'de geçen, bir yandan kasaba odağında taşra bungunluğunu işlerken Torosların kuzey etekleri, yamaçları yönünde kasaba-doğa çelişkisi temelindeki ilişkilenişler üzerinde duran bir evren getiriyor. Üç kafadarın bir kış günü, kar altında başlayan av serüveniyle açılan roman, bunu zorunlu kılan bir geri dönüşle altı ay önceki anımsayışlar zincirine kayıp kasaba, doğa gerçekliğinin taşlarını döşüyor bir biçimde.

Ancak ayrıntılarla boğuşmayı, anlatı diline yerleştirilmesi gereken incelikler üzerinde durup bunları işlemeyi savsaklıyormuş izlenimi bırakıyor yazar. Onun bu savurgan tutumu, yapıttaki soyutlayım bağlamında, dönüştürüm düzleminde boşluklar oluşmasına, anlatı yoğunluğunun sığlaşmasına yol açıyor kaçınılmaz biçimde. Çünkü gevşek dokulu bir metin çıkıyor böyle olduğunda ortaya. Öyle ya, yalnız konuyla, anlatının getirdiği merak kışkırtısıyla, bunların dürtükleyişiyle ne ölçüde yol alınabilir? Bu durum, estirdiği rüzgâra yazarın kendini de kaptırıp adeta iniş aşağı salıverdiğini gösteriyor.

Sözgelimi yazar, anlatısını eksiltiyle, sıçramalı anlatımla beslemiyor da, kendi doğası yönünde öylece yapılandırıvermiş görünüyor nedense. O zaman dolgularla, kabartmalarla parlatılıyor anlatı. Toros çocukları olarak alınabilecek Yaşar Kemal'de, Osman Şahin'de görüldüğünce kendi ritüeliyle buluşuyor buluşmasına ama böyle olunca, yazılı metnin değil sözlü geleneğin yansıması gibi hava yayıyor anlatı.

Tamam, yinelemelere düşmüyor yazar ama yine de savrukluğun elden geçmesi gerektiği görülebiliyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın, taşra olgusuna, buradaki yapılanmaya yönelik farklı yaklaşım getiren yanıyla üzerinde durulması gereken bir yapıt olduğu söylenebilir yine de romanın bana göre.

Farklı konumda iki örnek üzerinde dururken Uğur Mumcu yazarlık okulu yazarlarına topluca göz atmanın önemi de çıkıyor böylece.

Önümüzdeki hafta bu bağlamda sürdüreceğim konuyu'

msaslankarahotmail.com sadikaslankaragmail.com