Üç Nokta, şairlere nasıl yazdıklarını sordu!
Edebiyatta Üç Nokta dergisi, yeni sayısında "Genç şairlerin neyi, nasıl okuduğunu ve nasıl yazdığını" hazırladığı soruşturma ile masaya yatırıyor.
cumhuriyet.com.trEditörlüğünü Cenk Gündoğdu’nun yaptığı Edebiyatta Üç Nokta dergisi, yeni sayısında “Genç şairlerin neyi, nasıl okuduğunu ve nasıl yazdığını” hazırladığı soruşturma ile masaya yatırıyor.
Mehmet H. Doğan’ın ‘Son Okumalarım’ kitabını hediye eden dergide; soruşturma kapsamında anılan imzalardan dikkat çekenler: Baki Ayhan T, Betül Dünder, Bünyamin K, Ercan Yılmaz, Faris Kuseyri, Gülce Başer, Hüseyin Köse, Özcan Erdoğan, Seyyidhan Kömürcü yanıtları ve okuma alışkanlıkları ile yazma yöntemlerine değindi. Şair ve yazarların neyi nasıl okuduğu ve özellikle nasıl yazdığı her daim okur katında merak konusu olmuştur. Yaşadığımız çağın; aklı rafa kaldırarak dünyayı kan pazarına döndürdüğüne işaret eden dergide, genç imzaların birbirinden ilginç ve dikkatle okunmayı hak eden yanıtlarında olan biten tüm olumsuzlukların ortasında isyanlarına tanık oluyoruz. Seda Demirel’in sunuş yazıyla açılan soruşturma dosyası aynı çağda yaşayan genç imzaların benzemezliklerini ve kesişen yönlerini ortaya koyması bakımından da ayrı bir öneme haiz. Mehmet Akif Ertaş, Orhan Pamuk ve Umberto Eco’nun yazma yöntemlerinin, yazıya bakışlarının genç bir yazarı nasıl bir yola vurduğunu “Saf ve Düşünceli Romancı” ile “Genç Bir Romancının İtirafları”nı karşılaştırarak paylaşıyor. Tahir Abacı, “Toplumsal Kurtuluş ve Siyaset” başlıkla yazısında sosyal gerçekliğin şiirden ayrı olmadığını çarpıcı örneklerle göstererek derin bir tartışmanın fitilini yakıyor. Mustafa Bayram Mısır, “Yetmez Ama Hayır” diyen Ali Özgür Özkarcı’nın yeni kitabında yaşanan hayattan ayrı durmayan gür sesi tartıyor. Dergide şiirleriyle dikkat çeken imzalar; Tahir Abacı, Lale Müldür, Haydar Ergülen, Emirhan Oğuz, Cem Uzungüneş, Cihan Oğuz, Mesut Aşkın, Mehmet Butakın, Beşir Sevim.
Şeref Bilsel’in, 90’lı yıllar şiirinin önde gelen imzalarından Serdar Koçak ile şiire ve hayata dair söyleşisi, Koçak’ın sürreal şiir dünyasını kavramamıza yardımcı olacak ipuçlarını içeriyor. Sessizliğini peş peşe yayımladığı kitaplarıyla bozan Koçak, şiirimizin en müstesna imzalarından biri olduğunu zekâ dolu yanıtlarla bir kez daha gösterdi. Ataol Behramoğlu’nun Jozê Martin’in şiir anlayışını dile getiren çevirisi ilgi ile okunmayı hak ediyor. Ayrıca Anday’ı “güneşte” şiiriyle anan dergide Oktay Emre "kitap odası"nda Haydar Ergülen’in “trenler de ahşaptır”, Tozan Alkan’ın “sana şehir gelecek”, Orhan Alkaya’nın “altı”, Egaleton’un “kötülük üzerine deneme”, Mehmet Can Doğan’ın “şiir arkeolojisi” küçük İskender’in “bu defa fena”, Asuman Kafaoğlu-Büke’nin “yazın sanatı” ile Aslı Biçen’in “tehdit mektupları” kitaplarını değerlendiriyor. Dergide desenleriyle Semra Bulut dikkat çekmeyi sürdürüyor.
Derginin edebi ve siyasi tavrını ortaya koyan “merceğin ettiği” başlıklı yazısında Cenk Gündoğdu, merceğin ortaçağda bugüne neliğine ve entelektüel hayatın içindeki yerine eğilirken bir arzu nesnesi olarak dijital ekranların hallerine yeni sayıda varacaklarını muştuluyor: “Eco’nun ortaçağda merceğin bulunmasına büyük anlam yüklemesine bugün, yazılı ürünlere ve sadece yazar fotoğraflarına bakınca bile hak vermemek elde değil. Kültür insanının veriminin sürekliliğine önemli bir katkı sağlayan mercek, ortaçağın en önemli buluşlarından biridir. Dönemin tüm iç acıtıcı zulmü ve akıldışı uygulamalarına karşın entelektüel hayatın içinde merceğin rolü düşünüldüğünde bu buluşa fazlasıyla değer vermesi anlaşılır. Çünkü okumayı ve yazmayı kendine bir yaşam olarak seçen yazı erbabı bir süre sonra hurufatı seçemez, okuyamaz ve okuyamadığı oranda da düşünsel verimi(ni) arttıramaz. Hastalık dışında belli bir yaşa gelen ve yazı evinde kışlamayı seçen insanların gözlerinin görmezliği o karanlık çağın katranlığına bir kat daha atmıştır. Yaşlanmayla ölümü duyan insan, vicdanıyla dünyaya bakmaya başlar. Bu vicdan da sesini çıkarmasına, rahatsızlığını dile getirmesine ve etrafında dillendirmesine sebep olur. Dünyaya akılla bakan insanlar bunu kitaplara, sözcüklere borçludur. Sözcükler, kendine bunca iyi bakan insanın bir zaman sonra uzak kalmasına dayanamaz bir ısıyı taşır. Sözcüklerin ısısı ve çağırdığı engin alanlar, ortaçağın en önemli buluşu ile insan hayatındaki yerinin önemini ispatlamıştır. Mercekle sözcüğe bakan göz, böylelikle yaşlılığa da ilk direncini göstermiştir. Bu direnç, yaşlılıktan çok entelektüel hayatın durağanlığınadır. Elbette en çok dönemi itibariyle mercek, kilisenin işine yaramış olsa da ardından gelen ışık herkesi kucaklayacak büyük bir doğumdur: Rönesans. Akla karşı çıkanın ettiği zulüm ve işkence, bir zaman sonra da olsa uyanmaya ilk olarak mercekle başlamıştır. Cervantez’in epey ileriki yaşlarda yazmaya başladığı Don Kişot’unda sanırım merceğin yeri tartışılmaz. Avrupa’nın silkinmesinde ve aklı bulmasında yeri tartışmasız önemli olan o gün eldeki mercek, bugün gözde sabit. Ama oradan bakanın işi hiç de eskisi gibi kolay değil. O gözlüklerle bakanların ürettiği yerde okumak, o kitapları bulundurmak da ayrı bir mesele olmaya başladı. Bir yazar ya da iyi bir okur için okuduğu kitaplarla yaşamak, her ne kadar nefes almayan evlerde, ufak odalarda barınsak da ayrı bir haz. Asıl mesele her gün onlarca kitap yayımlanıyorken neyi nasıl okuyacağız? Gözümüzü açtığımız anda karşımızda duran, duyduğumuz isimler, kitaplarla mı başlayacağız okumaya. Yoksa klasikler eskimez diyenlerin izini mi süreceğiz?”