Üç ‘ecnebi’ kadının kaleminden İstanbul’da yemek ve ramazan

İstanbul’da bir süre kalma fırsatı olan yabancıların da bu kozmopolit kentin Türk, Rum, Ermeni ve Musevi halkı, konuk oldukları evlerde nasıl ağırlandıkları hakkında da akraba ve dostlarına anlatacak çok şeyleri oluyordu.

Artun Ünsal

Bir zamanlar dünya âlemi titreten büyük Türk’ün gizemli başkenti İstanbul... Çöküş süreci 19. yüzyılda daha da hızlanan Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası arenada artık oyun kuruculuğa veda etmiş olsa da bir İslam ülkesi olarak, Batılılar indinde “ekzotikliğini” koruyordu. İstanbul’da bir süre kalma fırsatı olan yabancıların da bu kozmopolit kentin Türk, Rum, Ermeni ve Musevi halkı, konuk oldukları evlerde nasıl ağırlandıkları hakkında da akraba ve dostlarına anlatacak çok şeyleri oluyordu. Kimi zaman da bu gözlem ve anılarını mektuplara yayıyor, sonra da kitaplaştırıyorlardı.

1835’te babası ile birlikte İstanbul’a gelen genç İngiliz, Miss Pardoe’nun dilimize ancak 2004’te “Şehirlerin Ecesi İstanbul” başlığıyla çevrilen kitabında; Türklerin yemeklerini aceleyle yemelerini sonra hiç kimseyi kaale almadan sofradan kalkmalarını garipseyen Pardoe, yine de konukseverliklerini övmeden geçmiyor: “ ‘Buyrun’ sözü asla soğuk veya gönülsüzce söylenmez ; Müslümanların bu gösterişten uzak ağırlamayı her yeni gelene sınır koymadan veya tereddüt etmeden gösterirler; tıpkı sunulan herhangi bir yiyecekle ilgili bir kusur bulmama âdetleri gibi.

Kendilerini yalnız Allah’ın hizmetkârları olarak görür ve buna bağlı olarak yaşamın nimetlerini sahip oldukları bir şeyden çok, ödünç aldıkları bir şey gibi kullanırlar; kendilerinden daha az talihli olanlara zenginliklerinden vermek zorunda olduklarına inanırlar.”

Diplomat eşiyle 1855-58 arası Ortaköy’de oturan Lady Hornby de “Kırım Savaşı Sırasında İstanbul”un (Kitap Yayınevi) yazarıdır. Bakın, ramazan iftarını nasıl anlatıyor: “Genellikle az yiyip içen Doğuluları oburca yerken görebileceğiniz tek an bu. […] Yaratıcılıkta Fransız mutfağından nerdeyse üstün olan Türk mutfağının sayısız kaynakları kullanıma sokuluyor, öyle ki modern bir evde kırk çeşit yemek olması çok da alışılmadık bir olay değil. […] Tüm kahvehaneler, bakkal dükkânları ve aş evleri; dondurma, limonata, şekerleme satan tüm o tezgâhlar ve binlerce kişinin ellerinde taşıdığı binlerce kâğıt fenerden yayılan sayısız ışık, bütün bu sahneye Roma Karnavalı’nın en son ve en heyecanlı anını bile gölgede bırakan fantastik bir pırıltı katıyor.”

Aynı dönemde İstanbul’da kuzeni Fransız diplomata konuk olan soylu bir genç kızın ramazan gözlemleri de evlendikten sonra yayımlanan anıları içinde: “Orucun sona erdiğini bildiren top sesi, İstanbul’a yeniden hareket ve yaşam getiren sihirli bir değnek adeta. […] Beklenen güzel işaret gelir gelmez bütün yüzler neşeleniyor… […] Hali vakti yerinde olan Türkler yani devlet memurları ve paşalar (sadece bu insanlar itibarlı ve zengin) bütün ramazan boyunca evlerini açıyorlar ve onların evinde yemek yemek büyük bir kibarlık. […] Türk evlerinde kapılar, ışıklar bütün gece açık… Şafak vakti atılan toptan önce ikinci bir yemek… Birdenbire bir sükûnet çöküyor. Böylece Müslümanlar tövbe, istiğfar bahanesiyle bu süre içinde geceyi gündüz, gündüzü gece yapıyorlar.” (Baronne Durand de Fontmagne, Kırım Savaşı Sonrasında İstanbul Günleri, İstiklal Kitabevi)