"TV dizileri vahşet haline geldi"
Her hafta sinema filmi uzunluğunda dizi çekiliyor. Aralıksız 18 saat çalıştığımız oluyor. TV dizileri artık vahşet haline geldi. ABD'de sinema ve TV'de insanlar emeğinin karşılığını alıyor. Bizde ise insanlar ekonomik kaygılarla mücadele etmek zorunda.
cumhuriyet.com.trHalil Ergün, pek çok film festivalinde aldığı ödüllerin yanı sıra ömür boyu başarı ve onur ödüllerine de değer görülmüş usta oyuncularımızdan. Onunla ilgili ne söyleyebiliriz ki; Ankara Birlik Tiyatrosu’ndaki oyunları yüzünden 12 Mart’ta hapis yatmasını mı? Aralarında “Yol”, “Kırlangıç Fırtınası”, “Mum Kokulu Kadınlar”, “Yolcu”, “Böcek” gibi yapıtların da bulunduğu, hepsi birbirinden farklı karakterlere can verdiği 70’e yakın filmde oynamasını mı? Son yılların en aranılan ve beğenilen dizi oyuncularından biri olduğunu da unutmayalım. En iyisi biz soralım, Halil Ergün anlatsın.
Faşist komiserden gariban köylüye
- TV dizilerindeki çalışma koşulları, insani olmaktan çok uzak değil mi?
Halil Ergün: Her hafta sinema filmi uzunluğunda dizi çekiliyor. Her hafta başında senaryo geliyor, sinopsis, mekânlar, dublaj derken başka bir iş yapmaya zaman kalmıyor. Bazen çekimler geceye sarkıyor, aralıksız 18 saat çalıştığımız oluyor. TV dizileri artık vahşet haline geldi. Kurumsal ilişkiler ise hak getire... İt ite, it de kuyruğuna diyebileceğimiz bir sistem bu... ABD’de sinema ve TV kurumsallaşıyor, çalışanlar sendikalılaşıyor ve emeğinin karşılığını alıyor. Türkiye’de ise insanlar, işsizlik ve ekonomik kaygılar ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Ben arkadaşlarıma şunu söylüyorum; her türlü talebinizin yanındayım. Benim fazla para almam nedeniyle, belki siz az para kazanıyorsunuz. Ama benim param azalsa dahi emin olun, o para size gitmeyecek.
- Dizi ve sinema oyunculuğu arasında fark var mı?
Genç arkadaşlar, sinemada oynamayı asaletli bir iş olarak görüyor. Gerçek oyuncu olduklarını öyle anlayacaklarını sanıyorlar. Ve bana birçok kişi diyor ki; Halil Bey size sinema yakışır. Elbette, ancak biz onlarca filmde oynadık ve kimse o filmleri izlemeye gelmedi.
- Oyuncuların dizilerden iyi paralar kazandığı bir gerçek, peki siz sinemadan para kazanabildiniz mi?
Sinemada hiçbir şey kazanamadım. Hatta ailem olmasaydı ayakta dahi kalamazdım. Hem de zor koşullarda sinema yaptık. Abdi İpekçi’yi canlandırdığım “Uzlaşma”da Kadir İnanır’ın trençkotunu giydim. Çünkü Abdi İpekçi, İstanbul’un en şık giyinen adamı... Makyajı, İpekçi’nin fotoğraflarına bakarak kendimiz yaptık. Karnımızı, Milliyet gazetesinin yemekhanesinde doyurabildik. Şimdi beş sanat direktörüyle çalışılıyor, işinin ustası makyözler var. Sinema, yoksulluk edebiyatı demek değil. Bugün imkânlar ve teknik gelişti. Diziler, sinemaya aktörler, aktrisler, kameramanlar, yönetmenler yetiştiriyor. Evet, diziler yüzünden artık yaz aylarında film çekiliyor, kış ve sonbahar ışıklarıyla meselesi olan yönetmenler, doğal olarak bundan etkileniyor tabii.
- Dizilerde baba rolüne bürünseniz de sinemada sizi pek çok farklı rolde izleyebildik.
Türk sinemasında en farklı karakterleri oynayan nadir oyunculardan biriyim. Faşist komiserden gariban köylüye dek pek çok role girdim dramda da oynadım, komedide de...
Yılmaz Güney sineması
- Yılmaz Güney’in ülke sineması ve Halil Ergün için önemi nedir?
Sinemaya ilk adımımı, senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı “İzin” filmiyle attım. İnsanlar, benim ilk filmimi “Yol” sanır, ancak ben “Yol”a kadar birçok film çekmiştim. Türkiye’de sinemaseverler, “Yol”u ancak 18 yıl sonra izleyebildiler. “Yol”, tüm yoksunluklara karşın çekilebildi. Tren sahnesinde, Yılmaz Güney’in kadın-erkek hayranları rol aldı. Film, banliyö trenlerinde, Kurtalan Ekspresi’nde, zor şartlar altında çekildi. Üstelik “Yol” yüzünden neredeyse hepimiz bitlendik. Yılmaz Güney’inki orijinal sinemaydı, öncesinde Ömer Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz da iyi filmler çektiler ancak Yılmaz Güney kendi sinemasını yarattı.
O dönem, toplumsal kavramlar, siyasetle birleşmişti. Ve sinema da bu trene bindi. Geniş yığınlara ulaşan, bu toprağın Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i, Yılmaz Güney’i kitlesel boyutta sevildiler. Hiç unutmam, lisedeyim, “Çirkin Kral” diye bir adam var. Kasabadayız, “Benim Adım Kerim” diye bir film gelmiş. Filmin adıyla ilgili espriler yapıyoruz, gülüyor eğleniyoruz. Başrollerde Yılmaz Güney ve Tuncer Necmioğlu var, siyah-beyaz bir film. Ve Yılmaz Güney, sahne alıyor. O, kötülerle kavga ediyor, o günün dünyasında, oğlunu zulme ve kötülüklere karşı uyarıyor. Ezilen ve örselenen insanlar işte onu bu yüzden sevdi, seviyor.
Yeni nesil sinema mı?
- Ya Bilge Olgaç?
Bilge Olgaç, benim için çok önemliydi. Hem sinemada hem de hayatımda. Ufak tefek bir kadındı ama çok yürekliydi ve asla yılmazdı. Erkeklerin egemen olduğu sinema sektöründe, kadın olarak ayakta kalabilendi. Onun sineması, kadından önce solcuydu. Ömrünün sonuna doğru kadın sorununa eğilmeye başladı. Sanatçı yönetmen diyebileceğim Bilge Olgaç, Türk sineması için özellikle bilgi ve ideolojik tutum açısından erken ve büyük bir kayıptır.
- Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu... Türk sineması büyük festivallerden yeniden ödüller alıyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın estetiğini ve işini ciddiye almasını seviyorum. Semih Kaplanoğlu’nun ‘Altın Ayı’ almasına çok sevindim. Çünkü buna ihtiyacımız var. Ancak “Yol” ödül alırken Türkiye’de politik nedenlerden dolayı buna sevinmediler, hatta yok saydılar. Bugün ise sinema okumalarına karşın hâlâ “Yol” filmini seyretmemiş öğrenciler var.
- Türkiye’de yeni nesil bir sinema mı doğuyor?
Ülke sinemasından ve yeni nesil bir sinemadan söz etmek mümkün değil. Niteliksel değişim olarak görmesin kimse, üretim açısından yeni bir sıçrama var. Henüz genç sinemacıların iyi film yapma estetiği yoktur. Daha çok şahsi sinema yapılıyor, sinemacılar, gişe için çekilen filmlere yöneliyor. Fotoroman oluyor, adına da film diyorlar. Eskiden salonların kapandığı, sanat filmlerinin Beyoğlu’na giremediği, sadece festivallere gidebildiği zamanlar yaşadık. Sinemanın karşısına televizyon ve video çıkmıştı, seks furyası ve şarkıcılar dönemi bile kurtaramadı bunu, sinemayı bitirdi. Ortaya çok sefil filmler döküldü. Şimdi de hiç farklılık yok, çok güzel örnekler ve yepyeni filmler yok. Ama yine de söylemeliyim, artık okullular geldi, gençler geldi. Bizim yapamadığımızı ise İran sineması yaptı. Onlar başardılar, çünkü baskıya karşı ortak bir dil oluşturdular.
- Son dönemde izledikleriniz arasında beğendiğiniz yerli bir yapım yok mu?
Son izlediğim yerli filmler arasından en çok “Neşeli Hayat”ı beğendim. Bence filmin mütevazı bir konusu, insani bir kokusu var.
- Film setlerinden önce tiyatro ile tanıştınız.
Mülkiye’de Fikir Kulübü üyesiyken Vasıf Öngören ile tanıştım ve profesyonel tiyatroya adımımı atmış oldum. Vasıf Öngören, Mustafa Alabora, Erdoğan Aktuna ve ben, Ankara Birlik Tiyatrosu’nu (Kızılay Büyük Sinema’da) kurduk. Henüz 19 yaşındaydım. Ankara Birlik, Brecht estetiği, Vasıf Öngören’in tiyatro anlayışı ve Marksist dünya görüşü ile harmanlanarak kuruldu. Tiyatro adına politik bir tavrımız vardı, sanatın işlevi üzerine kafa yoruyorduk. 12 Mart’ın ardından tutuklanıncaya kadar da oynadık. Tiyatro, başlı başına bir başka röportaj konusudur.