Tütsüler buhurlara, çan sesleri ezanlara karışıyor burada
Samatya imparatorluklar devrinin mirasını yaşatan en kozmopolit İstanbul semtlerinden biri. Çarşıya çıktığınızda hâlâ beş - altı ayrı dilin konuşulduğuna tanık olursunuz. Ermeniler, Rum, Kürt ve Süryaniler, Çerkezlerle Arnavutlar burada yan yana yaşar. Şimdi sokakların arasında dalıp buradaki insanların hikâyelerinde yolculuk yapalım.
Ersin Kalkan/CumhuriyetDAHA İSTANBUL KURULMADAN VARDI
İnsan evladının, Samatya’ya İstanbul kurulmadan çok önceleri yerleştiği biliniyor. Bizans kurulduğu zaman burada bir balıkçı köyü varmış. 330 yılında şehir Doğu Roma’nın başkenti ilan edildiğinde kent surlarının dışında kalmış ama bölge o tarihten sonra kale kentin dışında kurulan kilise ve manastırların merkezine dönüşmüş. Sonraki yüzyıllarda semt ikinci sur bandının içine dahil edilmiş. Samatya Yunanca Psamatyon’dan geliyor. Bu kelime ‘kumsal’ demek. Çünkü semtin kıyıları o zamanlar kumsallarla kaplıymış. Benim çocukluğumda deniz doldurulmadan ve üstünden henüz sahil yolu geçmeden önce de kumsallar vardı. Milyonlarca yıl orada öylece varlığını sürdüren plajlar insan marifetiyle birkaç yıl içinde asfaltın altında kalıverdi. Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra bu bölgeye Bursa ve Karaman’dan getirilen Ermenileri yerleştirdi. Bunların çoğu marangoz, demirci, kuyumcu, mimarlardan oluşan çok önemli sanatkarlardı. Kentin yeniden ihya edilmesi sürecinde büyük yararlılıklar gösterdiler. Ahali buraya gelmişti ama Bizans devrinde Ermenilerin tarihi yarımadaya yerleşmesi yasak olduğundan ibadet edecek tek bir kiliseleri bile yoktu. Eski bir Rum kilisesi olan Sulu Manastır, Rumlardan alınarak Ermeniler’e tahsis edildi. Adı Surp Kevork olarak değiştirilen ibadethane yeni kurulan Ermeni Patrikhanesi’ne de ev sahipliği yaptı. 1461–1644 arasında patrikhane olarak kullanılan kilise bölgenin kültür mirasının önemli bir parçası. Bölgede bundan başka çok sayıda Rum ve Ermeni kilisesi de mevcut. Samatya’yı gezecek olanlar Ayios Georgios, Ayios Minas, Aya Nikola, Analipsis Kilisesi, büyük ve süslü bir çan kulesi olan Ayios Konstantinos Eleni Rum Ortodoks Kilisesi’ni de görmeliler. 1400 yıllık külliyet Semtin diğer adı da Koca Mustafa Paşa’dır. Bir Rum devşirmesi olarak Fatih devrinde saraya giren ve Sultan II. Bayezid döneminde sadrazam olan bu paşa, Yavuz Sultan Selim döneminde kellesi kesilerek idam edilmiş. Samatyalı olan bu paşa semtte kendi adını verdiği bir külliye yaptırmış ve vakfiye kurmuş. Aslında bu cami 6. yüzyılda inşa edilen Andreas Manastırı’dır. Koca Mustafa Paşa bu manastıra eklemeler yaptırarak genişletmiş ve bir külliyeye çevirmiş. Bu eser de 1400 yıllık geçmişin işaretlerini üzerinde taşır. Ayrıca cemaati çok az kalmasına rağmen varlığını sürdüren Katolik Ermeniler de yaşıyor bu eski mahallede. Bu cemaat Anarat Hığutyun (yani Meryem Ana) Ermeni Katolik Kilisesi’nde ibadetlerini sürdürüyor.
FİLOR ULUK BENLİ
Muhtar adaylığından milletvekilliğine yolculuk
Filor Uluk Benli’yi ilk defa 1999 mahalli idareler seçimi öncesinde tanımıştım. O dönemde muhtar adayıydı. “Hem Ermeni, hem kadın, hem de muhtar adayı” başlıklı bir haber yapmış ve onun hikayesini anlatmıştım. Benli Yozgatlı bir Ermeni. Samatya’da büyümüş. Terzilik yapıyordu. Çok da ünlüydü. Şarkıcılara rengârenk kostümler dikiyordu. Memleketin dört bir yanında gazino ve pavyonlarda şarkı söyleyen kadınlar Benli’ye elbise diktirmek için aylarca sıra beklerlerdi. Aradan seneler geçti. 2012’de Filor’un “Barışa bir tülbent de sen bağla” başlığını taşıyan bir kampanya başlattığını öğrendim. Türkiye’de 30 yıldır süren kirli savaşa karşı açılmış bir kampanyaydı bu. Kardeş kavgasının durmasını, ülkeye huzur ve barışın gelmesini istiyordu. Kısa zamanda yüzlerce gönüllü katıldı bu harekete ve Türkiye’nin 10 kentinde temsilcilikler açıldı. Dünyanın dört bir yanına 8 bin beyaz tülbent gönderildi ve 32 ülkeden binlerce insan kendi dillerinden mesajlar yazarak tülbentleri Filor’a geri postaladı. Kampanyanın öncüleri de bu tülbentleri alıp TBMM’ye götürerek kalıcı bir barışın gelmesi için irade beyanında bulundular. Bu kampanya sonucunda Benli dünyaca ün kazandı. Şimdi de barış davasını Meclis’te sürdürmek üzere, HDP’den İstanbul 2. Bölge adayı olarak seçim kampanyasını yaşadığı Samatya semtinden başlattı.
YORGO ESKARDELİS
Dünyada Samatya gibi yer bulamadım
Yorgo Eskardelis 73 yıl önce Samatya’da doğmuş. Babası Manol usta namlı bir balıkçı ve esnafmış. 12 kardeşi varmış. Dördü ölmüş. Şimdi sekiz kardeşin yarısı yurtdışında yaşıyor, diğerleri İstanbul’da. “Kardeşleriniz gittikleri yerlerde mutlular mı?” diye soruyorum, “Mutlu değil, mecburlar” diye cevap veriyor. Çünkü 6-7 Eylül 1955’te yaşanan olayların etkisini bir türlü atamamışlar üzerlerinden. “Özlüyorlardır herhalde Samatya’yı” diyerek üstüne gidiyorum. Derin bir ah çekerek şunları söylüyor: “Elbette. Vatan gibisi var mı? Özlüyorlar İstanbul’u ama gittiler bir kere. Can ve namus korkusu yaşadılar çünkü. O olaylar sırasında Rumlar öldürüldü. Evler, dükkanlar yakıldı. Mallar yağmalandı ve en önemlisi de çok sayıda kız çocuğuna ve kadına tecavüz edildi. Allah’tan bizim eniştemiz Türk’tü. Babamın meydandaki dükkanının önüne bir bayrak astı ve önünde durup bize dokunmamalarını sağladı. Biz atlattık ama gözümüzün önünde yaşanan tecavüzlerin ve yağmanın etkisinden kardeşlerim kurtulamadı. Yetiştiklerinde birer ikişer çekip gittiler başka memleketlere. Çoluğa çocuğa karıştılar. Evlatları oralarda iş tutup düzen kurdu. Şimdi dönmek istiyorlar ama torunlarından ayrılamıyorlar.” Babası Manol ustanın dükkanını şimdi kardeşi balıkçı Toma işletiyor. Yorgo Bey baba mesleğini seçmemiş. Daha doğrusu babası istememiş bunu. Küçükken elinden tutup Samatya’daki bir terzinin dükkanına götürmüş ve eti senin, kemiği benim diyerek onun usta ellerine teslim etmiş oğlunu. Önce terzilik yapmış, sonra da hazır giyim furyası başlayınca konfeksiyon işine dönmüş. Şimdi emekliliğin tadını çıkarıyor. Çocukluk arkadaşlarıyla oturup hasbıhal ediyor, kahveye girip kağıt oynuyor, deniz kıyısında yürüyüp dalgaları seyrediyor.
Sahil yolu yapıldı Samatya çöktü Konuşurken bir parantez açmak istiyor: “Önce Rumlar gitti, sonra sahil yolu yapıldı. Samatya çöktü. Bu kıyıdaki binlerce yıllık kayalar pavuryaların, envai çeşit balığın barınağıydı. Sahilin kumları altın gibi parlardı. Şimdi parklar var sahilde. Sanıyorlar ki bu parklarla semtin denize olan ilgisini artırdık. Hayır, aksine. Geniş dolgu alanı Samatya ile denizin arasını açtı. Eskiden kıyılardaki tahta iskelelerde oturup ayaklarımızı sallayarak balık yakalardık. Şimdi mangalcılara kaldı sahil. Cumartesi-pazar günleri boğuluyoruz dumandan. Nasıl bir şehirciliktir bu anlamadım. Geniş parklar yapıp modern şehir mobilyalarıyla döşemekle uygar olunmuyor efendim. Kumsalları kaybettik, bari temiz havamızı bize geri verin.”
VARUJAN KOCAYAN
Milleti sadıkaydık, en faydalı insandık… Varujan Kocayan 66 yıl önce Sivas’ın Ulaş ilçesinde doğmuş. Babası büyük kıyım günlerinde yani 1915’te 13 yaşındaymış. Ulaş’taki köylerine askerler gelmiş. Dedesini ve köydeki yetişkin erkeklerin tamamını alıp götürmüşler. Bir daha onlardan kimse haber alamamış. Annesiyle halasını Uzunyayla’da bir Çerkez aile himayesine almış. Babası ve amcasını bir Türk aile barındırmış. Kıyım günleri geçince büyükannesi çocuklarını toplayıp Ulaş’a dönmüş, topraklarına sahip çıkmış. Memleketine dönmeyi başaran tek Ermeni aileymiş: “1915 öncesinde Ulaş ve çevresinde 750 Ermeni köyü vardı. Geriye bir tek bizimkiler kalmış.” Çocuğunun Ermenice eğitim görmesini isteyen babası, küçük Varujan’ı 7 yaşındayken Samatya’daki Sahakyan Okulu’na göndermiş. İki sene kalmış, alışamamış İstanbul’a, anasını özlemiş, geri götürmüşler. Ulaş'ta ilkokul ve ortaokulu bitirmiş. 1963’te ailesiyle İstanbul’a göçmüş. Ulaş’a veda ettikleri günü çok iyi hatırlıyor: "Yükledik eşyalarımızı. Akın akın insanlar gelmeye başladı istasyona. Ulaş’ın nüfusu 6 bindi o zaman. Çok severlerdi bizi. Özellikle de amcamı. İstasyona 3 bin kişi gelmişti. Kondüktör rahatsız olmaya başladı, insanlar durdurup indirdiler makinisti. 'Sen ne diyorsun, bu topraklardan son Ermeni gidiyor, kolay mı onlardan ayrılmak' dedi birisi. Makinist, kondüktör, biz, herkes ağlamaya başladı. Arkamızdan kovalar dolusu sular döküldü.” Varujan bey bir tornacının yanında işe başlamış. 20 yıl bu meslekte kalmış. Ulaş’ı hiç unutmamış: “Evlendim. Düğünüme Ulaş’tan geldiler. Hediyeler getirdiler. Aradan birkaç yıl geçti. Çocukluk arkadaşlarım gelip beni ziyaret etti. Bir keresinde de biz gittik, ağırlamak isteyenler sıraya girdi. Gözlerim doldu. Ulaş işte böyle bir yerdir.” 27 yıl da kahvecilik yapmış. Sonra 7 yaşındayken geldiği Sahakyan Okulu’nun karşısında küçük bir çay ocağı açmış. Emekliliğini geçiriyor. “Ben milliyetçiliğe karşıyım. Milliyetçilik acizlerin sığınacağı berbat bir limandır. Birkaç densiz hayalperest isyan etti, üstümüze topyekun gelindi. Milleti sadıkaydık, en faydalı insandık, kabak bizim başımıza patladı… Üç tane gözü dönmüş sapkının yaptıkları bir millete yani Türklere mal edilemez. Hele şimdi yaşayanların hiçbir suçu günahı yoktur. Ama soykırımla yüzleşilmesi lazım ki bu leke sonsuza kadar temizlensin."
DEVRİM TARIM
Birlikte yaşamanın ermişliği var sokakta
Devrim Tarım’ın, Marmara Caddesi’nde mini minnacık bir sahaf dükkanı var. Kapısında Türkçe, Kürtçe ve Ermenice tabela bulunuyor. Eski kitaplar satılıyor burada. Tarım 37 yaşında. Eskişehir’de doğmuş. 1.5 yaşındayken bir hastalık geçirmiş ve iki ameliyata rağmen iyileşememiş, görme yetisini kaybetmiş. Annesinin mavi gözlerini ve ablasının çeyiz işlerken kullandığı rengarenk kukalarını hatırlıyor. İlk ve ortaokulu Ankara’daki görme engelliler okulunda, liseyi Eskişehir’de okumuş. Sonra ODTÜ'de Uluslararası İlişkiler okumuş ama bu okulu sevmemiş. KPSS’ye girip Osmanlı Arşivleri’nde memur olmuş. Bir yandan da İstanbul Üniversitesi İletişim’de radyo, televizyon ve sinema eğitimi almış. Sekiz yıl sonra memurluktan ayrılıp sahaflık yapmaya karar vermiş. Farklılıkların zenginlik olduğuna inandığı için Samatya’ya yerleşmiş. Evini de buraya taşımış. Görme engelli birisi için kitapçılık çok zor. Olanakları elverse bir sesli barkod okuma sistemi satın alacak ama yok. Çünkü internet çıktıktan sonra insanların çoğu kitap almak yerine ellerindeki eserleri satmaya yönelmiş. Ama o sahaflıkta ısrarlı. Durumunu düzeltince görme engelliler için yapılan ve “Bu bir devrimdir” dediği sistemden alacak. “Kitabı bir tarayıcıdan geçirip bilgisayardaki sesli ekran okuyucusuna yüklüyorsunuz, mesele çözülüyor. Kabartmalı kitaba gerek kalmıyor. Bu sistem sayesinde sonsuz yeni kapı açıldı önümüzde” diyor. Samatya tam hayal ettiği gibi çıkmış: “Taki gelip hikayesini anlatıyor. Bir genç kız ayrılık acısını, bir Süryani kadın romatizmalarını... Herkesin bayramında hediyeler yağıyor dükkanıma. Mesela Paskalya zamanında yumurtalar ve çörekler geliyor. Muharrem ayında aşureler geliyor tabak tabak. İnsanlar seviyor burada birbirlerini. Ayrımcılık yok denecek kadar az. Birlikte yaşamanın verdiği ermişlik hali yayılıyor sokaklara. Tütsüler buhurlara, çan sesleri ezanlara karışıyor. Kedileri seviyor insanlar. Kimse evinde günler sonrasında ölü bulunmuyor. Keşke Türkiye ve dünya Samatya gibi olsa…”