Türkiye'nin Kanına Ekmek Doğrayan Sevr...

cumhuriyet.com.tr

“Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı, sonuç olarak da yaşam hakkımızı yadsıyan ve yok saymayı amaçlayan Sevr Antlaşması bizce yoktur.”

Atatürk


Geçmiş zamanı, olayları ve kişileri unutursak yanlışlara düşmemiz kaçınılmazdır. Dünü iyi bilmeyenin, bugünü anlamasına ve değerlendirebilmesine olanak yoktur. Bu gerçeklerin ışığında ve Sevr gerçeğine ulaşabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Avrupa siyasetinin önde gelenlerinin bölgemize ve Ortadoğu’ya bakış açılarını bilmekte yarar vardır. Dünya savaşı öncesinde Bağdat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, 14 Şubat 1908’de “Kerkük taraflarında öyle petrol madenleri vardır ki, Bakû madenlerine ve Amerika’daki madenlere eşdeğerdir. Çünkü akıyor, nehir gibi akıyor” değerlendirmesinde bulunurken İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey 27 Mart 1911’de, adeta bölgeyi sahipleniyor ve “Temel hedefimizi daima hatırda tutmamızın önemli olduğuna inanıyorum. Bu da, Basra Körfezi’ndeki ve onu tamamlar nitelikteki Mezopotamya’da İngiliz çıkarlarını korumaktır” buyuruyordu.

İttihat ve Terakki döneminde Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ise bölgeye gayet yüzeysel bakıyor ve “Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkarmayız. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi faydamız olabilir ki” diyerek hafif ve ciddiyetten yoksun sözler sarf edebiliyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı James Balfour da 13 Ağustos 1918’de, bölgenin önemini kavrayan bir anlayışla “…ne Başkan Wilson, ne de bir başkası, Dicle ve Fırat’ın çevresindeki geniş toprakları Osmanlıların denetimine bırakmak isteyecektir. Bu durumda sormak isterim?.. Mezopotamya’daki Küçük Zap suyuna kadar ve yeterli derecede zengin su kaynaklarını denetim altına alacak şekilde, ordularımızla ilerlememizin büyük yararı yok mudur? Bunu başardığımızda, petrol yataklarının büyük çoğunluğu da elimize geçmiş olacaktır” sözleriyle konuya eğiliyordu. İngiliz Amirali Philip Dumas Şubat 1920’de “Bu, geniş ölçüde petrole yönelik bir savaştı. Geleceğin harpleri, o amaca yönelik olacaktır. Bismarck’ın ‘kan ve demir’ özdeyişi, artık ‘kan ve petrol’ şeklinde ifade edilecektir” diyordu. İngiltere Donanma Bakanı Walter Long 23 Mart 1920 günü yaptığı bir konuşmada şunları dile getirmiştir: “Dünyadaki bilinen petrol yataklarını ele geçirebilirsek, dilediğimiz gibi kullanabiliriz. Olağan dışı fırsatların eşiğindeyiz; ya biz bu kapıdan girmek için gerekeni yapacağız veya başkaları girecek ve geleceğin anahtarına sahip olacaklardır.” Görüldüğü gibi Osmanlı yöneticileri işin farkında bile değilken, dönemin büyük emperyal gücü İngiliz devlet adamları Osmanlı’nın elinde bulanan Ortadoğu coğrafyasının önemini çoktan fark etmişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğu’na son verildi

Fransa Kralı 15. Louis ve gözdesi Madam de Pompadour’un 1756 da Sevr’de kurduğu porselen fabrikasının “sergi salonlarından birinde” yapılan “Barış Görüşmelerinde” birbiriyle ilişkisi olan 5 ayrı anlaşma imzalandı. Ana anlaşmaya da Türk anlaşması denildi. İşte burada, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri 10 Ağustos 1920’de Paris’in Sevr banliyösünde toplanarak Osmanlı İmparatorluğu’na fiilen son verdiler.

Sevr, 19. yüzyıldan beri uluslararası ilişkilerde yaşanan “Doğu Sorunu” diye anılan soruna, Avrupa’nın getirdiği çözümü temsil eder. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyıl emperyalizmi çerçevesinde paylaşılması gereken bir devlet ve ülkedir. Eşine az rastlanan, göz kamaştırıcı bir çalışma ve akıl almaz bir araştırmacılık sonucu ortaya çıkan Sevr, 19. yüzyıl sömürgeciliğini simgeleyen, sinsi ve acımasız bir çözümdü.

Toprakları elinden alınmış ve düşmanları tarafından kuşatılmış bir Türkiye vardır artık. Başkenti işgal edilmiş bir ülke ve kamp ateşinin çevresinde açgözlerle fırsat kollayan kurtlar gibi büyük devletler... Çünkü Osmanlı Devleti’nin kaynaklarının zenginliği, obur emperyalizmin iştahını kabartıyordu. Adı barış anlaşması olsa da Sevr’e göre, Rumeli’den kovulan Türkler artık Anadolu’dan da kovulacaklardı. Bu, yüz yıllık bir Avrupa siyasetinin son aşaması olarak dikte edilmiş olan bir siyasal projeydi. Sevr, basit bir yenilgi belgesi değildir, o zamanki Avrupa emperyalizminin sadece kendisinin avlanma sahası saydığı Avrupa kıtasından atmaya kararlı olduğu Türkiye’ye karşı girişilmiş yağmanın da son aşamasıdır. “Türklerin artık diğer uluslar üzerindeki egemenliklerine son vermenin ve onları uygarlaştırmanın zamanı gelmiştir” diye düşünülen Sevr’e göre, Türkiye neredeyse savaşın tek suçlusudur.

Anlaşmanın imzalandığını Ziraat Mektebi’ndeki karargâhında akşamın geç saatlerinde haber alan ve bu zilleti asla kabul edilemez bulan o eşsiz Mustafa Kemal “Halkın ve ülkenin kaderi yabancıların insafına terk edilemez” şeklinde isyanını dile getirdi. Sevr, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’yla geçersiz kılınmış ve uygulama alanı bulmamıştır.

Sevr, Türk ulusunda bir yeis ve teslimiyet yaratmamış, aksine ulusun vicdanında Milli Mücadele ruhunu ateşleyen itici bir güç olarak direnme heyecanı ve şevkini kamçılamıştır. Sevr’den sonra Türkiye’nin öldüğü sanılmış, Sevr imzalanacağı sıralarda “Türkiye artık yoktur” diyen L. George ile “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır... Artık Türkler Fransız lejyonuna gidebilir” diyen Lord Curzon’un bütün çabalarına, kullandıkları her türlü zorbalığa ve entrikaya karşın Türklerdeki yaşama isteği üstün gelmiş ve Mustafa Kemal’in liderliğindeki Milli Mücadele başarıya ulaşmıştır.

Sevr’den çıkarılacak ciddi dersler vardır. Çünkü şimdi Sevr’i yaşama döndürmek isteyenlerle, buna karşı çıkan, Cumhuriyete kanat gerenlerin mücadelesini yeniden yaşamaktayız. Genç kuşaklar Sevr olayını ve o çirkin anlayışla mücadele etme gereğini hiç unutmamalıdır. Özellikle gençler, Lozan kadar Sevr’i de bilmeli ve öğrenmelidirler.

‘Sevr’ kapanmış dosya değildir


Türkiye için Sevr “kapanmış bir dosya” değildir. Birçok hükmü, 19. yüzyılda uluslararası siyasetin kavgalarına yön vermiştir. Özellikle Ortadoğu’nun bugünkü tehlikelerle dolu coğrafyası bu anlaşma hükümlerinden kaynaklanmıştır denilebilir. Oysa Türkiye Misakı Milli ve Lozan ile Sevr’in kendisini ilgilendiren hükümlerini reddetmiş ve karşı taraflara da bunları kabul ettirmiştir. Acaba gerçek böyle midir? Batı, Türkiye üzerindeki ezeli emel ve niyetlerinden vaz mı geçmiştir?

Sevr’in Türkiye hakkındaki hükümleri Batılılarca unutulmuş veya vazgeçilmiş hükümler midir? Tarih bir değerler savaşı ise, Cumhuriyetin ilkelerini oluşturan değerlere karşı, Sevr hükümlerine yansıyan Batı değerleri mücadele etmekten vazgeçmiş olabilirler mi? Bundan başka içimizde gerçekleri bilmeyen, göremeyen veya gerçekleri çarpıtmaya çalışan insanlar da vardır. Şayet Sevr uygulama alanı bulabilseydi, o büyük adamın liderliğini yaptığı Kurtuluş Savaşı yapılmasaydı ve Laik Cumhuriyet kurulmasaydı, Türkiye bugün Ortadoğu mozayiğinin bir köşesine itilmiş, Batılı efendilerine hizmet eden kukla bir yönetimin emrinde, zavallı, küçük bir devlet olarak devam ediyor olacaktı.