Türk toplumu çağdaş uygarlığın üyesi mi?

Kimileri Türk toplumunun uygarlığından söz edilince aslan kesiliyor. Fakat uygar kavramının hiçbir boyutundan haberleri yok. Türk tarihini ve uygar dünyayı tanımıyorlar. Türkiye’yi Türk Milli Takımı gibi tutuyorlar. Büyük bir toplum cehalet ve patavatsızlığı ülkeyi çağdaş dünyadan uzaklaştırıyor.

Doğan Kuban

Durumu bu insanlara çağdaş ve uygar ülkelerle Türkiye ile karşılaştırmalar yaparak anlatmak yararlı olabilir. Kente gelmiş, fakat kentlileşememiş toplum, televizyonda, sinemada, reklamda ve alış-veriş merkezinde taklit ettiği, yani varlığından haberi olduğu bu dünyayı seyrediyor. Hangi koşullarda yaşadığını öğrenirse kendi yaşamına eleştirel bir gözle bakmayı belki akıl eder. Hollanda uygarlığının Osmanlı’da ve Türkiye’de olamamış çağdaş özelliklerine ilişkin birkaç gözlem sunacağım. Sanırım kolayca anlaşılabilir.

Uygarlık basit ve tek boyutlu bir olgu değil. Bileşenleri içinde kültürün bütün verileri, bilim ve teknoloji, üretim, toplumsal örgütlenme, toplumsal davranışlar, toplumsal dayanışma var. Bunlar günümüze özgü bir çağdaş çerçevede, birbirlerini tamamlayan bir bütün olarak örtüşüyor ve kendilerine özgü bir yaşam düzeni yaratıyorlar.

BÜTÜNLEŞEN BİR TOPLUM YAPISI

Toplumun uygarlığı dediğimiz zaman, tarihte var olan bir ürün ya da niteliklerden değil, günümüzün bilim, sanat ve güncel davranışlardan, etkinliklerden ve onlarla bütünleşen bütün toplumsal yapıdan söz ediyoruz. Böyle bir karşılaştırmada Mozart’ın musikisinden söz ettiğimiz zaman bugünün yaşamında hâlâ yeri olan bir varlıktan söz ediyoruz. ‘Bizde de Itri vardı’ demek çağdaş uygarlık bağlamında anlamsız. Bugün Itrı’nin ne adını bilen var ne de dinleyen.

Geçmiş kültürle ilgili bilgiler birkaç uzmanın rafında ya da dolabında olabilir. Doğrusu istenirse, geçmişte var olduğunu söylediğimiz kültürel ve uygar varlığımız, eğer bugünün yaşamına olumlu bir katkı getiriyorsa anlam taşır. Yoksa boş bir övüntü olur. Ne Türk tarihinden ne de İslam tarihinden haberi olmayan sokaktaki adamın ben İslamcı’yım, Türkçü’yüm demelerinin de anlamı yok. Yahudiliği kabul eden Hazerler’in ne olduğunu anlamadan, hatta nerede, hangi tarihte yaşadıklarını bilmeden, Hürrem sultanın bir Hazer casusu olduğunu TRT’nin televizyon serilerinde seyrederek kültürleşen bir toplumda, uygarlık savlarının çok komik boyutları var.

Sevgili okuyucular,

Bu toplumun dünyaya katılması için Anadolu halkının İstanbul’a gelmesi, hatta hali vakti yerinde olanların Paris’e gitmesi yeterli değil. Otomobil, gökdelen tarlası, elin uzantısı telefon, televizyon dizisi de yeterli olmuyor. Uygarlık konusunda aydınlanması gerek. Batı dünyasını tanıyan biri olarak beni etkileyen bazı çağdaş özelliklerden söz etmek istiyorum.

HOLLANDA-TÜRKİYE

Hollanda Konya ili kadar küçük bir ülke. Nüfusu İstanbul’un yarısı kadar. Toprağını Kuzey Denizi’nin istilasından duvarlarla koruyor. İklimsel değişikliğin getireceği felaketleri şimdiden düşünen Hollanda hükümeti yıllardır Kuzey Denizi’nin yükselmesine karşı gereken setleri yenileme için bütçeye para koyuyor. Bu denizden çalınmış topraklar üzerinde Hollanda’nın tarım ürünleri ihracatı, kendisinden on kat kalabalık Türkiye’ye nerede ise eşit.

Orada toprak gerçekten vatan toprağı. Aşık Veysel’in sadık yârim dediği vatan toprağı. Çünkü yüzünü balta ile parçalasa bile halkı zenginleştiriyor. Bizim köylünün yüzüstü bırakmaya mecbur kaldığı, ya da bir hayal uğruna terk ettiği tarlalar gibi çorak kalmıyor. Orada toprağın ve tarımın ülke ekonomisine bu katkısı sadece bir teknoloji farkı değildir. Bir uygarlık farkıdır. Hollandalı toprağının potansiyelini en üst düzeyde kullanmaktadır. Bu toplum yaşamında aklın egemenliğini göstermektedir. Türkiye’de tarımın sefaleti toplumsal aklın yeterince çalışmadığını kanıtlamaktadır. Bu fark akıl, bilim, teknoloji, insanlık ve uygarlık farkı olarak anlaşılmalıdır.

Hollanda Kuzey Denizi’ne setler yükselterek toprağını koruyor. O denizin rüzgârı ile elektrik üretiyor. Bizim ülkenin aklını kullanmağı öğrenememiş insanı Karadeniz’de rüzgâr esmediği için (!) köylerdeki dereleri kurutarak toprağı susuz, köylüleri aç bırakıyor. Sellerin taşıdığı toprağı da, Hopa’nın ortasına yığıp insanları öldüren kent planları yapıyor.

BİLGİSİZLİK VE PLANSIZLIĞI BAŞARI GÖSTERENLER

Bu tür olaylarda sadece bilgisizlik ve plansızlık söz konusu olsa neredeyse onu bile bir başarı olarak görecek cahil-ötesi bir kamuoyu var. Fakat bunun da ötesinde bir de önlemeyen bir spekülasyon hırsı var. Karşılaştırma ölçütleri anlamını yitiriyor. Bu noktada cehaletin hoş gördüğü ahlak boşlukları ortaya çıkıyor. Bu ahlak boşluğu fakir bir ülkede en kolay aktığı çukuru dolduran su gibi, doğru dürüst yapılaşamamış kentlerde can alıyor.

Türkiye’nin en büyük uygarlık boşluğu yapılaşmanın çirkinliği ve ülke kentlerinin tarihi doku ve karakterinin yok edilmesidir. Bu çağdaş Türk kültürünün vebasıdır.

Türkiye’nin 19. yüzyılı, İstanbul ve bir iki liman kentindeki gelişmeler dışında, Anadolu kentlerinde bir vilayet binası, tren yolu, varsa bir istasyon, bir iki okul ve kışla yapılarından ibarettir. Kentler nüfus olarak büyümezler. Kasabalar bir iki mahalleden oluşur. Köyler hiç değişmez.

Cumhuriyetin ilk aşamasında özellikle Ankara’daki yatırımlar dışında, Atatürk ölene kadar fazla bir şey yapılamazdı. İkinci Dünya Savaşı tehlikesine karşı 1936’dan başlayarak ülke yeniden bir hazırlanma dönemine girdi. Bu duraklama 1955’e kadar sürdü. Türkiye yapılaşmaya Menderes’le ve İstanbul’da başladı. O zamandan bu yana aynı ağırlıkla devam ediyor. Kente göçün 1980’den sonra hızlanmasından sonra, Türkiye ekonomisi yapı spekülasyonuna kapılandı. Bu ekonominin motoru olarak devam ediyor. Kente akan köylü hareketi ile örtüşerek günümüzün uygarlık standartlarını saptıyor ve saptırıyor.

Hollanda ile bir uygarlık karşılaştırılması bağlamında iki tipik konuyu anlatmaya çalışacağım. Bunlardan biri tarihi kentlerin korunması sorunu, diğeri musikinin toplum yaşamı içindeki yeridir.

UYGARLIK KARŞILAŞTIRMASI

Avrupa’nın bütün uygar ülkelerinde olduğu gibi, Hollanda’da da büyük küçük kentlerin tarihi karakterlerinin korunması, Avrupa uygarlığının en duyarlı olduğu konudur. Hollanda kentlerinin en eskisi Roma çağında kurulan Maastricht’dir. 2000 yıllık bir tarihi var. 2000 yıllık yapıtları ve dokusu kuşkusuz yok. Fakat bu bilinç ve algı, Maastricht gibi bir kente gittiğiniz zaman, kentin ve doğal çevrenin halk tarafından nasıl korunduğunu ve sayıldığını yabancı gözlemciye iliklerine kadar hissettiriyor.

Avrupa kentlerinde, İtalya başta olmak üzere, kentler arkeolojik sitler olarak değil, toplumun tarihle bütünleşmesinin simgeleri olarak yaşıyorlar. Kent halkları tarihlerinin bir dönemini, ya da bazı dönemlerini kendilerine tarih içinde bir yer ve bir statü sağlayan bir kutlu belge olarak bakıyor. Anıtlar ve konutlar, o toprağın tapuları, kendilerine uygarlık statüsü sağlayan belgelerdir.

Batı uygarlığının bu fiziksel çevre duyarlığına uygarlığın olmazsa olmazı olan musikiyi de katmam gerek. Maastricht nüfusu 122.000. Bir konservatuvarı ve dünya çapında bir tıp fakültesi olan üniversitesi var. Bir musiki kenti, ünlü bir bilim ocağı. Dünya çapında bir hafif klasik orkestrası da var.

Amsterdam müzeleri, konser salonları ile bir dünya kenti. İstanbul’da 18. yüzyıl sonuna kadar sadece medrese vardı. Ama bir Osmanlı Erasmus’u yok. Felsefe yok. Spinoza da yok. Bruegel, Rembrand, Van Gogh da yok.

Amsterdam kanallarında 17-18 yüzyılın küçük evleri var. Bizim Haliç kıyısında evimiz kalmadı. Boğaziçi’nde birkaç ahşap yalı restorasyonu kaldı. Hollandalıların Philips’i var.

Endonezya’ya gidip koca İslam ülkesini sömürge yapmışlardı. Cezayir korsanı Barbaros olmasaydı donanmamız da olmayacaktı.

Musiki yok, resim yok. Bilim yok. Sanayi de yok. Felsefe de yok.

YASAK var!