Tülin Özen kadınlara seslendi: ‘Risk alın, başkaldırın’
Tülin Özen şu sıralar hem “Yara” adlı kısa filmdeki performasıyla gündemde hem de yeni başlayan dizisi “Kırmızı Oda” ile. Sevilen oyuncuyla ahlaki bir ikilemin ortasında kalan bir doktoru canlandırdığı “Yara” vesilesiyle bir söyleşi yaptık.
Emrah KolukısaTülin Özen’i ilk kez “Meleğin Düşüşü”nde izleyip (ki ilk uzun metrajlı filmiydi yanılmıyorsam) yazmıştım aklıma. Kuşağının oyuncuları arasında özel bir yeri olacağına emindim, haklı da çıktım. Oynadığı filmlerde de dizilerde de rol seçerken Türkiye’de çok rastlamadığımız bir tutumla, kariyerist ya da maddiyatçı değil de, içine sinen işlere ‘evet’ dediği çok belliydi. Yoksa 20 yıla yaklaşan oyunculuk yaşamında, erken yaşlarda edindiği popülerliği şöhrete ve paraya tahvil etmesi işten değildi. O zor yolu tercih etti ve içinde yer aldığı projeleri özenle seçerek kendine saygın, nitelikli ve unutulmaz bir biyografi inşa etti.
Şu günlerde yeni başlayan dizisi “Kırmızı Oda” ile gündemde Tülin Özen, ama biz onun geçen yıl rol aldığı “Yara” adlı kısa filmine odaklanmayı seçtik, zira neredeyse sadece kadınların rol aldığı bu 20 dakikalık film bugün Türkiye’nin en acil, en can alıcı meselelerinden birine dair çarpıcı bir gözlemde bulunuyor. Onur Güler’in yönettiği “Yara”da bir doktoru oynuyor Tülin Özen ve kentin kenar mahallelerinden birinde ölen bir adamın evine giderek onun ölüm raporunu yazmak üzere kapıyı çalıyor. Cenaze evinde ölen adamın geliniyle tanışan Doktor Bahar’ın ters bir şeyler olduğunu anlaması uzun sürmüyor. Adamın gelini de (Nihal Yalçın) durumu daha fazla gizleyemiyor zaten ve yıllardır kendisine tecavüz ettiğini onu bu nedenle ilaç vererek öldürdüğünü itiraf ediyor. Bahar’ın ikilemi ise onu ahlaki bir çıkmaza sürüklüyor tam da bu aşamada: Polise gidip cinayeti bildirmek ya da susup adaletin bir şekilde tecelli ettiğini kabullenmek…
Tülin Özen ile pandemi şartlarında uzaktan yazışarak “Yara”yı, kadına şiddet meselesini ve yeni projelerini konuştuk.
‘BEN OLSAM NE YAPARDIM?’
Oynadığınız kısa film “Yara” tam da adının çağrıştırdığı gibi son derece önemli bir yaraya parmak basıyor. Filmin senaryosu size geldiğinde ne düşündünüz?
Senaryoyu okur okumaz izleyici tepkisi verdim. ‘Ben olsam bu durumda ne yapardım?’ diye sordum kendime.. Bu durumu uzun zamandır da yaşamamıştım açıkçası yani uzun zamandır bir senaryo beni bu kadar mesleki deformasyonumdan uzak saf bir hale getirmemişti. O anlamda filmin bu soruyu herkese sorduracağını ve konunun ikilemini herkese hissettireceğini düşünüyorum. Böyle bir konunun bu kadar kısa sürede içinden çıkılması güç bir durum yaratabilmesini de çok başarılı buluyorum.
Filmde neredeyse sadece kadınlar rol alıyor. Bu tercih hoşunuza giden bir etmen olmuş muydu filme dair?
Yok, ilk anda bunun bir etmen olduğunu söyleyemem ama film net bir kadın filmi.. ve bu bir etmen oldu tabi. Bazen başrol kadın bile olsa ya da hikayede bir hatta birkaç kadını bile takip ediyor olsak, kadın bakışını değil de, toplum algısını ya da yine erkeklere göre şekil almış kadınları görebiliyoruz filmlerde.. Bu da bende ‘ herkes kadın da olsa film bir kadın dünyası yaratmıyor’ dedirtiyor ama “Yara”da öyle bir durum yok..
Yönetmen Onur Güler kolay kolay her erkek sinemacının cesaret edemediği bir şey soyunmuş ve kadın odaklı, kadınların tarafına bakan bir film yapmış. Konuya yaklaşımını nasıl buldunuz? Hoşunuza gitmeyen yerler oldu mu örneğin, tartışıp bir ortak yol bulmanız gerekti mi ya da?
Belki çok daha basit ya da teknik şeyleri konuşmuş ve değiştirmişizdir.. ama onun dışında Onur’un yaklaşımı konusunda bir zıtlık yaşamadım ben.. Bu bir kurgu hikaye sonuçta ve karakterler filmde bu şekilde davranıyor ve bunun yanlışı doğrusunu tartışmak gibi bir yola girmedik.. zaten bu bana da düşmez. Sadece filmin yarattığı çelişkiyi sağlamlaştırmak üzerinden konuştuk..
‘ÇOCUĞA ZORUNLULUK YÜKLENMEMELİ’
Yapımcılığını üstlendiğiniz “Cadı Üçlemesi 13+” da SİYAD’ın ödülünü kazandı. En İyi Fantastik Film dalında alınan bu ödülü kız çocuklarına adadığınızı söylediniz hatta. İzlememiş olanlar da (yaygın bir vizyonu olmadı bildiğim kadarıyla) biraz daha iyi anlasın; bu açıklamayı neden yaptınız, neden kız çocukları?
Neden kız çocukları çünkü film, bir kız çocuğunun yaşadığı, maruz kaldığı ve gördüğü dünyası ve buna karşı aldığı tavırla ilgili, buna belki ek olarak yönetmenimiz Ceylan’ın (Ceylan Özgün Özçelik) da daha ayrıntılı söylemiyle şunu ekleyebilirim ki hiçbir kız çocuğunun ya da (burada ben artırıyorum) hiçbir çocuğun üzerine cinsiyetlerinden kaynaklı bazı sıfatları yapıştırıp, bir baskı yaratmamalı ve ‘uygun davranış budur’ zorunluluğu yüklememeliyiz.
Oyuncu olarak rollerinizi seçerken neleri kıstas alırsınız? İşin parasal yanı ne kadar etkiler sizi?
Parasal yanı herhalde hiç etkilemiyor. Yani para kazanmak için dizi yapıyorum diyebilirim ama orada bile parasından dolayı evet ya da hayır dediğim olmadı şu ana kadar… Bu kadar sevdiğim ve kıymet verdiğim bir iş yapmasaydım bu konuda çok daha rahat ve işime geldiği gibi hareket ederdim ama kahretsin işime de, izleyecek olanlara da saygım var.. :) Kıstasım genel olarak yönetmenin yaratmak istediği dünyayı paylaşıp paylaşmadığım, ve onda iyi bir iş yapma isteği ve beni de bu heyecana dahil etme açıklığı görmek. Bu bendeki işe karşı ilk olumlu adım oluyor. Onun dışında eğer bu dialog kurulduysa zaten senaryo ya da karakter üzerinde her sorunun çözüleceğine inanıyorum. Sonuç her zaman “başarılı” ya da “benim istediğim gibi” olmuyor ama en azından o dialog bana verdiğim emeğe acıma hissini asla yaşatmıyor.
'BEKLENTİLERİ BOŞ VERİN'
Sektörde erkek egemenliği olduğunu tartışmak bile yersiz. Yine de kadınların da belli noktalarda ağırlığı olduğunu düşünüyorum. Sizce sektördeki kadınlar (oyuncu, yapımcı, yönetmen ve tüm kamera arkası bölümlerde çalışanları katabiliriz) bir şeylerin değişmesi için yeterince önemli bir güç oluşturabiliyor mu, ya da bunun için ne yapılmalı?
Bunun için kadınların bu düzenden ve kurulan sistemden beklentilerini boş verip, kendilerini, becerilerini, akıllarını ya da filmlerini piyasaya beğendirme kaygısından ve hırsından kurtulmaları gerekiyor. Daha fazla risk alabilen, başkaldıran, kendi üretim ve dağıtım şekillerini buldukları bir yerde durmaları gerekiyor. Uslu uslu “birgün bizi anlayacaklar”, “ben o gün demiştim lafıma gelecekler”, “sayemde oldu” demek bence beyhude ve fazla iyi niyetli ya da belki de için için korkakça bir beklenti.. bunu kendime de bağıra bağıra söylediğim için burada ukalaca dursa da söylemeden edemiyorum..
Erkek şiddeti sektörde de zaman zaman çok tartışılıyor. En son Ozan Güven örneği geldi, (her ne kadar dava sürdüğü için kesin bir yargıya varmak çok anlamlı değilse de, kadının beyanı esastır düsturundan hareket ediyoruz), ondan önce Ahmet Kural vs.. Örnekler çoğaltılabilir. Sizce özellikle de sevgili ilişkilerinde erkeklerin böylesine şiddet kullanmayı kendilerine hak görmelerinin sebebi ne?
Kendi sektörümde toplumdan ayrı bir şiddet olduğunu düşünmüyorum, öncelikle bunu söyleyebilirim. Genel nedenler olarak şunları yazabilirim; medya, politika, sosyal medya, eğitim, ailedeki tavır, konuştuğumuz dildeki her detay, kibarlığın ve aklın dalga geçilecek bir şeymiş gibi sunulması, “kıskançlığın” ne olduğunun tartışılmadan en başat duygu olarak kabul edilip, bir ilişkinin sevgi göstergesi ya da arzu göstergesi gibi düşünülmesi ve her yerde de bunun en dedikoducu şekilde pompalanması… Başarı ve karizma ve sert durma baskısı… Ve erkeklerin yüzyıllardır kadının (ne kadar ezerlerse ezsinler) hayata karşı daha güçlü, daha sağlam durduğunu bilmeleri.
‘ŞİDDETİN SINIFI YOK’
Kadına yönelik taciz ve şiddetin sınıfsal bir yanı var mı sizce?
Bencesi yok bu durumun zira anladığım kadarıyla verilere bakılınca her sınıfta bol bol olduğunu görebiliyoruz. Yani şiddet bir sınıfa ait değil belli ki. Ama kadının şiddet görmeye devam etmesinde ya da baştan karşı çıkamamasında, ekonomik olarak erkeğe bağımlı hissetmesi bir neden belli ki. Kimi karnını doyurmak için, kimisi de lüks ihtiyaçları için ekonomik olarak bağımlı ve hatta belki aileleri bile o adama bağımlı..
İstanbul Sözleşmesi etrafında dönen tartışmalara ne diyorsunuz? Sözleşmeden çıkılması vahim sonuçlara yol açar mı?
İstanbul sözleşmesi üzerine dönen tartışmaları acımasız ve vicdansız buluyorum.
Neredeyse çekilen her farkındalık videosunda ya da kamu spotunda varsınız. Bunu bir görev bilinciyle yaptığınızı anlıyorum. Bu konu sizin için önemli mi bu kadar? Oyunculuk, şöhret böylesi bir sorumluluk mu yükledi üzerinize, bunu hissettiğiniz anlar oldu mu ya da?
Hayır, eski halimi de bildiğim için, “tanınır” olmanın beni daha geride tuttuğunu düşünüyorum hatta. Bazen o kadar çok “fikrinize ihtiyacımız yok fotoğraf olarak olun iki imza verin yeter, sosyal sorumluluk sizin için de çok önemli, sizler duyarlısınızdır, hadi falan filan söyledi sen de fikrini söyle” gibi tavırlarla karşılaşıyorum ki yapma ihtimalim olan şeyleri de yapmıyorum hatta. Ve hatta birçok sosyal sorumluluk projesinde iyi niyetin yanında, popüler olma ve takdir görme çabası gördüğüm de oluyor. Öyle olunca “oyunculuk-tanınırlık-etki yaratma” gibi kelimeler bende geri çekilme hissi yaratıyor daha ziyade. Sorunun başına gelirsek yaptıklarımı da görevmiş gibi yapmıyorum asla hiçbir zaman da yapmadım. İnsanın vicdanı ve zekasıyla, doğaya daha saygılı, daha eşit ve adil bir düzen kurulabileceği heyecanıyla yaptım ve yapıyorum ne yapıyorsam..
YENİ DİZİ: “KIRMIZI ODA”
Biraz da yeni başlayacak (başlayan) diziniz “Kırmızı Oda”dan bahsedelim. Onun da sosyal meselelere parmak bastığını anlıyorum. Nasıl bir içeriği ve mesajı var?
Sorunların anlattıkça hafifleyeceği, paylaştıkça çözülebileceği üzerine daha çok. Hepimizi saklamak yerine paylaşmaya davet ediyor. Ayrıca bunu yapmaya çalışırken psikolojik destek almanın utanılacak değil, doğru ve daha kolay yollardan biri olduğu, ve herkes için olduğu gibi bir bilgiyi de yayabilirse bu dizi çok mutlu oluruz tabii ki ekip olarak. Kimseyi evinin bir köşesinde, sadece onun başına gelen bir utanç ya da başarısızlık baskısıyla ya da çözümü imkansız bir sorun yumağı hissiyle bırakmamak gibi bir dileğimiz var..
Sinemada yeni bir proje var mı yakınlarda? Ya da tiyatro sahnesinde?
Sinemada ve tiyatroda konuştuğum şeyler var. Tiyatro festivali için pandemi döneminde yazılmış ve onunla ilgili kadınların hikayelerinden oluşan bir iş var. Geçen sezon oynadığım oyunların ne olacağını ve tiyatro sahnelerinin durumunu ise ne yazık ki bilemiyorum.. o kısım herkes için bir muamma sanırım. Sinemada da çok heyecanlandığım bir hikaye var, ama zamanı vardı ilk konuştuğumuzda. Şu an ne durumdayız bilemiyorum..
‘SAHNEYE DESTEK YETERSİZ VE UMURSAMAZ’
Pandemi sürecinde tiyatro çok büyük yaralar aldı. Bu anlamda devletin anlamlı bir destek yapamaması da çok tartışıldı. Sizin görüşünüz nedir?
Yani bu konuda neler konuşuldu tiyatro sahipleri ile net olarak bilemiyorum, ama kesinlikle tiyatroların şu andaki ve belli ki yakın gelecekteki durumu da gerçekten çok zor. Her ülkede sahneler kapalı ve hemen her ülkede tiyatrocular şu anda neye neden izin verilip, neye izin verilmediği, ne mantıkla birşeylerin yönetildiğini anlamlandıramıyorlar. Ama tahminim o dur ki; diğer ülkeler bu süreçte sanatçılarına destek sunmuştur. Bizde ise açık bir şekilde bu yetersiz ve umursamaz kaldı.