Tuğrul Tanyol: ‘Epik şiire yönelmek istiyorum!’

Tuğrul Tanyol, şiirde 50. yılını; Sia Kitap tarafından yayımlanan Gidilmemiş Bir Yol adlı 11. şiir kitabı ile selamlıyor. Özyaşamdan izler taşıyan, bugüne eleştirel yaklaşan öte yandan klasik şiir bilgisinden ayrılmayan bu şiirlerle Tanyol, bir süredir tüm kitaplarından daha açık, gerçekçi tutumla bir ara bölgeden seslendiğini gösteren başka bir şeyin geleceğinin habercisi.

Cenk Gündoğdu

Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK

Tuğrul Tanyol, şiirde 50. yılını, Sia Kitap tarafından yayımlanan Gidilmemiş Bir Yol adlı 11. şiir kitabı ile selamlıyor. Güncele teslim olmadan bugüne eleştirel yaklaşan, öfkesini saklamayan, özyaşamdan izler taşıyan bir yandan da klasik şiir bilgisinden ayrılmayan bu şiirlerle Tanyol, bir süredir tüm kitaplarından ayrı bir yola girdiğini sezdirecek yaklaşım içinde.

Şair, geçmişe göre daha açık bir dille, gerçekçi bir tutumla bir ara bölgede, başka bir şeyin geleceğinin habercisi şiirlerle bizi karşılıyor.

Şiire bağlılığını, coşkusunu, heyecanını yitirmeyen ve bir o kadar da verimliğini sürdüren Tuğrul Tanyol ile son kitabı odağında şiiri konuştuk…

‘OĞLUMA’...

- 11. şiir kitabınız Gidilmemiş Bir Yol, oğluma ithafıyla açılıyor ve kitabın en etkili şiirlerinden biri: oğluma. Oğul meselesi modern şiirimizde içten dışa ya da dıştan içe yer almıştır. Şiirinizden hareketle oğul meselesi üzerine neler söylersiniz…

Oğul deyince ilk aklıma gelen Jose Marti'nin oğlu için yazdığı şiirlerdir. Şöyle diyor ona yazdığı şiirlerden birinde: “Sonra küçücük ayağını/ Öperim onun/ Tek bir öpücüğe/ Sığar o iki ayak”

Kimi şair de derin bir keder içinde, yitirdiği oğlunu anarken ana dilini anımsayıverir. Recaizade Mahmut Ekrem’in, insanın burun kemiğini sızlatan dizeleri gibi: “Dağda kırda rasgetirsem bir dere/ Gözyaşlarım akıtarak çağlarım./ Yollardaki ufak ufak izlere/ Senin sanıp bakar bakar ağlarım.”

Çünkü T.S. Eliot’ın da dediği gibi insan ancak ana dilinde duygulanabilir. Ve birden aklıma Ece Ayhan'ın ünlü dizesi geliyor: “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”.

Baba olmayı asla öğrenememiş bir şairden beklenebilecek bir dizedir bu. Ne oğullar oğulluktan ne babalar babalıktan çekilebilirler çünkü.

Oğluma, onun büyüyüşünü anımsadıkça birçok dize yazdım. Evlat sevgisi başka bir şey. Tatmayan bilemez. Baba oğul ilişkisini bir rekabet olarak gören görüşler de var. Sanırım her ilişki başka bir yol izliyor.

Bu temayı dile getiren edebiyat yapıtlarını düşününce kuşkusuz insanın aklına Babalar ve Oğullar geliyor. Gerek Arkadi’nin, gerekse Bazarov’un kendi babalarıyla olan ilişkileri sevgi üzerine otursa da kuşak farkından doğan zıtlıklar tüm romanın kurgusunu oluşturur bir yerde.

- “İstanbul beyaz bir aynada giderek uzaklaşıyor”, “yüzüme son baktığım aynada unuttum/ gölgemi, son girdiğim odada” dizeleri burada ilk dikkatimi çekenler.

Ayna, ilk çalışmalarınızdan itibaren şiirlerinizde farklı anlam ve biçimlerde yer alıyor.

Aynaya bakmaya cesareti kalmayanların ülkesinde aynayla kurduğunuz ilişkiden aynanın sizdeki ve şiirinizdeki yerinden bahseder misiniz?

Ayna yalnızca bende değil birçok şairin şiirinde dolaşır durur. Ayna bize yalnızca kendimizi göstermez, geçen zamanın izlerini de anımsatır. Shakespeare, “Kendi aynana bak ve gördüğün yüze şunu söyle” diye başlayan erken dönem sonelerinden birinde, güzelliği çoğaltmak ve kendi güzelliğini korumak için gençleri evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya ikna etmeye çalışır.

Baudelaire, bir şiirinde şöyle der: “Deniz aynandır senin, orada ruhuna bakarsın.”

Sufi metafiziği ise şunu anımsatır: Tanrı bizi kendi yansımasından yarattıysa, görüntümüz ters olmalı, aynaya bakınca belki biraz da tanrıya bakar gibi oluyoruz. Aynada ruhunu arayan Baudelaire bunun farkında mıydı acaba?

‘ŞİİR HATIRLAMASINI BİLEN İNSANIN İŞİDİR!’

- Geçmişe, gençliğinize, eski günlerine bakan bir ses bütün kitap boyunca bizimle:

“Bir geminin güvertesinden/ dalgalara bakar gibi/ uzaklaşmasını izliyorum hayatın…”, “yaşlanıyorum/ kentin bitip/ tükenmeyen gürültüsü içinde”, “yaşadık işte, herkes gibi/ gülerek bakıyor bana”...

Bu kitapta hatıraların kendine özel bir yer açtığını gördüm… Şiir, hayal ve hatıradır diyen Necatigil’i anımsadım. Siz neler söylersiniz hayal ve şiir için?

Bir zamanlar aşk için söylediğim ya da yazdığım bir şeyi düşündürdü bu bana. İnsan aşkı yaşarken şiirini yazamaz. Aşk sönüp gittikten sonra anısı yazdırır aşk şiirini. Bu birçok şey için geçerli diye düşünüyorum bir yerde.

Şiir, hatırlamasını bilen insanın işidir. Belki çok uzak geçmişler değil, çünkü o zaman gençler şiir yazacak konu bulamazlardı.

Müzikte çocuk dahiler varken şiirde olmaması yalnızca dili ustalıkla kullanma becerisinin ancak belli bir yaştan sonra gelişmesiyle ilgisi olduğu kadar, sözcüklerin içerdiği yaşam deneyimine henüz sahip olmamaktan kaynaklanır sanırım. Yaşlandıkça o sözcükler binbir anlam içermeye başlar.

‘HAYATA VEDA ŞİİRLERİ YAZMIYORUM!’

- “beni o nisana gömün”, “bende bir bilmece gibi duran tanrı’ya/ hazırım” diye biten “gidilmemiş bir yol” şiirinizle ve kitabınızla bir veda duygusunu dünyayı terk etme hazırlığını hissettirdiniz.

“Hayatın büyüsü bu/ sonsuzca uzanan bir ip/ hiç bitmeyecek sandığın” dediğiniz ve “ne kalacak bu çağdan/ ne kalacak benden” diye sorduğunuz yerde şiirlerinizde ölüm süregiden bir izlek…

Ölüm ilk şiirlerimde de kendini hissettiren bir temaydı, ama pek derinliği yoktu belki. Orada anonim bir ölüm bu biraz. Acı günler, kayıp insanlar... ölüm sokaklardan akarken yazılmış şiirlerdi onlar.

Yaşlandıkça ölüm teması da bireyselleşiyor sanırım. İnsan daha çok kendi ölümünü hissetmeye başlıyor. Kuşkusuz hayata veda şiirleri yazmıyorum. Yazmak da istemiyorum, çünkü söylemek istediğim, yapmak istediğim o kadar çok şey var ki.

Hiç yapmadığımı yapmak ve epik şiire yönelmek istiyorum. Günümüzün epik şiiri olmasını istiyorum bunun. Yapabilir miyim, yeteneğim ve ses genişliğim buna izin verir mi bilmiyorum! Kimi şiirlerimin içinde epik söyleyiş eridi gitti. Lirizm ile epik olanı birleştirebilir miyim? Bakalım.

‘YİTİRDİĞİMİZ DOĞANIN ÖZLEMİNİ ÇEKİYORUM’

- Tüm kitaplarınızda süregiden bir izlek olarak doğa. Kentsoylu bir insansınız bir ağaç gölgesi yerine bir kafede güneşlikte bulunmayı tercih edersiniz. Doğa sizde dıştan içe ya da içten dışa doğru değil de daha çok bir fon olarak var, düşüncesindeyim.

Şiirinizden kopmayan doğa için ne dersiniz… Bu izleği nerede tarif edersiniz?

Belki tam öyle değil. Çocukluğumda doğa ile daha iç içe bir yaşam sürüyorduk. Sokak araları bile doğaya açılan pencerelerdi. Oradan bir arsaya, içinde ısırgan otları bulunan bir bahçeye çıkardı yolunuz.

Deniz yanıbaşınızda tertemiz güneşin altında içine çekerdi sizi. Üç dört metre derinlikteki kumlara bakardınız. Balığa çıktığınız günler olurdu.

İstanbul’un her yanı piknik alanlarıyla kır kahveleriyle doluydu. Sık sık Bentler'e giderdik, otoyolun yanında arabanın içinde mayolarımızı giyip Kumburgaz’ın ıssız kumsalından denize girerdik.

Moda'dan yelken açtığınızda Maltepe'ye dek plajlardan ya da evlerinin önünden denize giren mutlu insanlar görürdünüz. Evinizden bahçenize, komşu bahçelere bakardınız.

Ağaçlara çıkar ceviz toplardınız ve ellerinizdeki lekeler yazın teninize boyadığı renk gibi aylarca çıkmazdı.

Bu bir özlem, doğayı yitirmenin özlemi. Şiirime konu olan doğa yalnızca bir fon, bir dekor değil. Pastoral şiirler yazmıyorum ben. Günü o özlenen doğaya ait metaforlar kullanarak anlatmaya çalışıyorum yalnızca.

- Anday, 1989’da uluslararası bir etkinlikte sunduğu bildiride deneyiminin şaşırtıcı sonucunu, dile bakışını ve şiirde geldiği son durağı şu sözleriyle aktarır:

“Yıllar sonra, hiç farkında olmadan, ilk şiirlerime yaklaşıyordum. İnatla üstünde durduğum, tekrar tekrar dönüp geldiğim konuların başında hep ‘doğa, insan’ ilişkisi yer almış. Son şiirlerimde de bu temayı işlediğimin farkına vardım. Üstüne bastığım dünyanın gizini çözemedim. Belli ki böyle bir giz yok. Yoksa ozan var eder onu. Bizim büyük mimarımız Sinan'ın son yapıtı ilk yapıtlarına benzemektedir. Bir daire tamamlamak mıdır yoksa sanatçının yazgısı?”

Anday’ın son cümledeki soruyla devam etsek ne dersiniz…

Bu sanırım Anday'ın deneyimi. Her şairde farklı bir macera vardır. Olmalıdır da. İlk şiirlerimi hiç özlemedim, onları aramadım. Belki tema olarak yaklaştığımız yerler olabilir.

Bir şairde, bestecide olduğu gibi leitmotifler bulunabilir. Dönüp dönüp geldiği, asla kurtulamadığı temalardır bunlar ve o şairin, o bestecinin üslubunun bir parçasıdır bu. Duyduğunuzda, okuduğunuzda o metnin, o ezginin kime ait olduğunu anlarsınız.

Ama gençlik şiirlerine dönüş... sanmıyorum. Anday'ın da döndüğü düşüncesinde değilim.

Güneşte gibi eşsiz bir şiirde şöyle diyordu: “Ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar/ Çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı,/ Çünkü dardır saatler, sığmaz bir araya/ Dalgınlık, deniz ve sardunya.”

- Erken şiirlerinde bu olgun söyleyişi bulmak mümkün mü?

Bakın piyanoda genelde 88 tuş vardır ve bırakın aynı besteciyi, başka besteciler bile aynı kombinasyonu kullanmalarına rağmen aynı ezgiyi yinelememişlerdir.

Bir de dildeki sözcük dağarcığını düşünün. İmkânlar çok daha genişmiş gibi gelir bana. Ben bir daireyi tamamlama düşüncesinin doğru olduğunu sanmıyorum, aynı ve yeni sözcükleri farklı bileşimlerle kullanarak ileriye doğru fırlayan bir mermi, bir ışık demeti, bir fısıltı olması gerektiğini düşünüyorum. Nâzım gibi…

‘ŞİİRİMİN GİTTİĞİ YERE GİDİYORUM!’

- Son kitaplarınızda yaşanan zaman dair baskın bir eleştirel dil, politik duyarlık dikkat çekiyor.

Bana sanki son üç kitabınız, bir ara bölgede olduğunuzu başka bir yere geçeceğinizi işaret ediyor gibi geliyor.

Bu kitaplar şiirinizdeki değişimin ayak sesleri mi, değişme isteğinin ipuçlarını mı?

Olabilir. Biraz önce de dediğim gibi farklı alanlara açılsın istiyorum yazdıklarımın. Sözünü ettiğiniz kitaplarda eskiden farklı olarak daha açık bir dille değindim sanırım yaşanan sıkıntılara. Planlı olmadı bu, olmamalı da. Kendiliğinden oraya, o eleştirel dile, daha açık siyasal söyleme evrildi şiir.

Eskiden yazdığım bir yazıda ya da bir söyleşimde, şimdi anımsamıyorum nerede, şair yazdığı şiiri kendi düşüncesine doğru çekmemeli, kendisini şiirin gittiği yola bırakmalı gibisinden bir şeyler söylemiştim. Hâlâ aynı düşüncedeyim.

Şiirimin gittiği yere gidiyorum. İnanın yazdığınız şiir sizi şaşırttığı zaman bu çok hoşunuza gidiyor.

Ben bunu yapmamıştım, bu nasıl çıktı ortaya diye sorarsınız kendinize. Değişme isteği de zorlar sizi buna. Yazdıklarınızı bir daha yazmak istemezsiniz. Sesiniz değişsin istersiniz. Yoksa sürdürmenin ne anlamı olur ki?

Pek az şair İlhan Berk gibi yalnızca değişme uğruna bir noktadan bir başka noktaya sıçrar. Onda bir süreklilik yoktur. Sanki bir anda kendi şiir tarihini terk etmiştir, ama ilginç olanı sıçradığı noktada da güzeldir.

Bense şairin kendi içinde evrilerek, bazen sıçramalar yapsa da bir üst noktada kendi çizgisini sürdüren tavrını daha doğru bulurum. Oktay Rifat gibi, Edip Cansever gibi ve başka birçok güzel şair gibi.