Trump’ın ‘globalist’ söylemi ve gelecek
Trump’ın sıkça kullandığı “globalist” kavramı geleceğin siyasi kutuplaşmasına ışık tutacak nitelikte. Soros ekseninden de okunabilecek bu yeni kutuplaşma, aynı zamanda geleneksel siyasi ittifakın yıkılacağını, yenilerinin kurulacağını gösteriyor.
Deniz ÜlkütekinABD’de Temsilciler Meclisi ve Senato’nun yenilendiği 6 Kasım seçimleri sonrası, Cumhuriyetçiler dolayısıyla da Başkan Donald Trump’ın meclisteki çoğunluğu kaybetmesi gündemi meşgul ederken seçim arifesine damgasını vuran polemiklerden birisi, önümüzdeki günlerde ve hatta yıllarda dünya siyasetinde belirleyici özelliğe sahip olacak gibi görünüyor.
Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte giderek artan bir sıklıkla, Demokrat Partililer için kullandığı “globalist” tanımı, ABD siyasetinin yeni gündem maddelerinden birisi haline geldi. Ülkemizde yapılan ideolojik tartışmalarda kullanılan “küreselci” kelimesiyle eş değer sayılabilecek bu ifade, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar ekseninde gelişen ABD siyasetinde, soğan halkası gibi birbirinin içerisine gizlenmiş ideolojik yaklaşımların (sosyalistlerin ağırlıklı olarak Demokrat Parti içinde yer alması gibi) açığa çıkması anlamına geliyor.
Seçimlere kısa bir süre kala zengin hayırsever! George Soros, eski ABD başkanları Bill Clinton ve Barack Obama gibi Demokrat ruhu ile özdeşleşmiş siyasi figürlerin evlerine yollanan bombalı paketler, kimileri tarafından “sahte bayrak” operasyonları olarak değerlendirilse de siyasi düzlemde bugüne kadar örtülü şekilde dile getirilen bir ayrışmayı net biçimde medyanın gündemine soktu. Liberallerin geleneksel medya kolları, Trump’ın “globalist” saldırısı tam da bombalı saldırıların hedefindeki kişileri adres gösterdiğini dillendirdiler.
Çıkar çatışması
“Globalist” terimi siyasi sözlüklerde, karar alırken küresel çıkarları, ulusal çıkarların önünde tutan siyasi yaklaşım olarak tanımlanırken, oluşturulmaya çalışılan tek kutuplu dünya siyasetinin lideri olma çabasındaki ABD için küresel ve ulusal çıkarlar nadiren çatışkı yaratıyordu. Ancak 90’ların sonundan günümüze, değişen dünya jeopolitiği ABD’nin dünya jandarmalığı olarak adlandırılan konumunu zayıflatırken, Avrupa ve Asya ekseninde yeni çekim merkezlerinin oluşmasına yol açtı.
Zbigniew Brzezinski gibi küresel strateji mimarlarının da itiraf ettiği gibi, ABD yeni stratejik ortaklıklar çerçevesinde yeniden şekillenmesi gereken uzun vadeli politikaların siyasi gündeme yansımaması kaçınılmazdı. Bugün Trump ve genel olarak Cumhuriyetçi kanadın göçmen alımlarını kısıtlama (ulusal çıkar) çabalarını, demokratların ise konuya insan hakları ve etnisite hakları (küresel çıkar) üzerinden karşı çıkmalarını da bu açıdan değerlendirmek gerekli.
Bin yıllık krallık
ABD’de liberallerin ve içlerine gizlenmiş sosyalistlerin oluşturduğu blok tarafından sıkça desteklenen küresel politikalar, kimi zaman sert güç kullanımını içeren askeri stratejik hamleler, kimi zaman da yumuşak güç adı verilen, tatlı sert diploması taktiklerini içeriyordu. Öte yandan küresel politikaların sırf demokratlar arasında revaçta olduğunu söylemek zor. 9/11 sonrasında ABD’nin Ortadoğu ve Asya’da başlayan hegomanya stratejisi kapsamında şekillenen Bush dönemi politikaları, Cumhuriyetçi kanatta sert tepkiler çekiyordu. Ancak bu tepkilerin sebebi bugün olduğu gibi, ABD’nin yüksek askeri maliyetli küresel hâkimiyet hayalleri kurmak yerine doğru stratejik ortaklıklar kurarak, ekonomik çıkar odaklı, iç politikaya yönelik refah siyaseti izlemesi gerektiği yönünde değildi.
Eleştiriler, büyük ölçüde Bush’un Ortadoğu’da sürdürdüğü savaşın nihai sonucunu ve yüz yıllardır beklenen Armageddon (Son Savaş) kehanetini geciktirdiği yönündeydi. Her ne kadar ABD’nin Ortadoğu ajandası gün yüzüne petrol ve suyun egemenliği ölçeğinde yansısa da ABD’de radikal dini yaklaşımların siyasette böyle önemli rolleri olabiliyordu. Söz konusu eleştiriler ise ağırlıklı olarak, Cumhuriyetçi kanat üzerinde hükmü olduğu varsayılan Evanjelist camiadan geliyordu. ABD’deki Hristiyan nüfus içinde önemli yer tutan Protestan mezhebi içinde saf tutan Evanjelist akım, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir siyasi güç odağı olarak algılanmaya başladı. Kısaca “kurtuluş” ve “yeniden doğuş” felsefesi ile İsa Mesih’in dünyaya geri dönüşü ile oluşturulacak “Bin yıllık krallık” mitinden doğan, ABD’deki kökleri ise Puritansim (safçılık) ekolüne dayanan bu akım, küresel savaş politikalarının en sıkı destekçisi konumundaydı. Söz konusu anlayışın, yıllar içinde Evanjelik ve Yahudilik anlayışları arasında bir yakınlaşma oluşmasına da sebep olduğu sık sık dillendirilirken, köken itibarıyla Avrupa’da Yeni Kudüs anlayışıyla oluşan Christendome (Hıristiyanlık) geleneğinde yer alan Yahudi-Hıristiyan köklere atıf yapılıyordu. Ülkemizde de bazı dini kesimler tarafından sık sık dile getirilen İbrahimi dinlerin (Hıristiyanlık, Yahudilik, Müslümanlık) kökensel birlikteliği ve gelecekte bu dinlerin senteziyle oluşacak tek din ve dünya krallığı anlayışı esasen küresel politikaların oluşumunda gözle göründüğünden çok daha fazla paya sahipti. Ancak seçimlerde Evangelistlerin (ehven-i şer olarak görülse de) oylarının büyük çoğunluğunu alan Trump’ın “globalist” tarifi ile Evangelist gerçekliğini değil, Demokratların içindeki seküler küreselcilerin ekonomik ve politik değerlerini kast ettiğini söyleyebiliriz.
ABD Başkanı’nın en tartışılan icraatlarından biri olan Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması ise ABD ve dünya çapındaki muhalif çevrelerce, tam da globalist bir karar olarak tanımlandı. Çünkü ABD’nin bu kararı potansiyel ekonomik ittifak odakları olan Müslüman ülkeleri ve onların potansiyel müttefiği olan Çin ve Rusya gibi bölgesel aktörleri karşısına alma tehdidi taşıyordu.
Yahudilerin tepkisi
Buna rağmen Trump’ın Demokratlara yönelik ifadesi, ABD siyasetindeki bir başka önemli çıkar grubunu bir hayli sarsmış görünüyor. Seçildiğinden beri Yahudi gruplar tarafından anti-semitik olmakla suçlanan Trump bu kez “globalist” kavramı üzerinden aynı suçlama ile karşı karşıya kaldı. Bunun sebebi ise Nazilerin anti-semitik kabul edilen tezleriydi. Nazi Almanyası’nda Yahudilerin sadık birer yurttaş olmak yerine kendi sınırlar ötesi cemiyetlerinin çıkarlarını ön planda tuttuklarına yönelik anlayış, zamanla topluma yayılmış ve Yahudi düşmanlığı için en önemli argümanı oluşturmuştu.
Buna göre Yahudiler hem 1. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinde başlıca rolü oynamışlar, hem de sonrasında Versay Anlaşması ile kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin batık ekonomisindeki önde gelen sermayedar kesim olarak başlıca sorumlu olmuşlardı. Almanya’da oldukça popüler olan tezler, Siyonizm anlayışını hedef alıyordu. Sahteliği sonradan ortaya çıkan Siyon Protokollerini esas alan anti-semitik düşünceye göre, Yahudilerin nihai hedefi İsrail merkezli bir dünya hâkimiyeti ve devletiydi.
Dolayısıyla Yahudiler için “globalist” kavramı ırkçı, yabancı düşmanı ve anti-semitik bir ifadeyi çağrıştırıyordu. Bu çağrışım tam da George Soros gibi son derece tartışmalı bir isim ekseninde dünya siyasetinde oldukça tartışmalı bir konuyu gündeme taşıdı. Kimilerine göre milyarlarca dolar aktardığı Açık Toplum Vakfı ve ona bağlı yerel STK’leri ile dünyada seküler amaçlar ve her tür eşitlik için çalışan bir işadamı, kimileri içinse STK’ler üzerinden devşirdiği ajanlar, satın aldığı politikacılarla ülkelerin iç politikasını kendi ve çevresindeki elitlerin küresel hâkimiyet ajandası için maniple eden bir şeytan. Soros ekseninde okunabilecek yeni siyasi kutuplaşma, aynı zamanda geleneksel siyasi ittifak ve yakınlıkların da yıkılacağının ve yenilerinin kurulacağını öngörmek mümkün.