'Trajedinin yaşandığı yerde yazar sessiz kalamaz'

Oya Baydar’ın yeni yayımlanan kitabı “Surönü Diyalogları”; bir tanığın, kendisi etrafında yaşanmışlarla, yaşananlarla yüzleşmenin hikâyesi aslında. Ancak bu hesaplaşma sadece onu ilgilendirmiyor. Bu hesaplaşmanın içinde, kendisi olduğu kadar Türkiye, Türkiye’nin iki ucu da var.

Eray Ak

“Bu sadece benim kendimle hesaplaşmam değil, öyle olsaydı yazmaya, yayımlamaya değmezdi,” diyor Baydar da zaten. Oya Baydar’la kitabını ve bu hesaplaşmanın Türkiye’de uzandığı uçları konuştuk.

- En başta şunu söylemek isterim: Bu söyleşi için hazırlanırken ne soracağım üzerine çok düşündüm çünkü halihazırda yaşadığımız günlerin zihinsel, toplumsal ve duygusal dünyasını soru soru açan bir kitap vardı karşımda. Kitapta sorduğunuz sorular ve aradığınız yanıtlar, toplumun hangi siniruçlarından doğdu? Nasıl bir bakış aradınız bu soruların peşinden giderken?

- Surönü Diyalogları; seyircisi olmaya itildiğimiz, ama çoğumuzun sanki başka bir ülkede yaşanıyormuşçasına ilgisiz kaldığı yıkım, ölüm, acı yüklü savaşın bağrından doğdu. Diyarbakır Suriçi kuşatma altındaydı, içerde çatışmalar sürüyordu ve ben surların karşısına oturmuş çaresizce izliyordum. Yanmış yıkılmış Cizre’yi görmüştüm. Şimdi de Diyarbakır’ın yüreği, ruhu vuruluyordu. Bu savaşı engelleyemediğim için kendimi suçlu hissettim. Sorular ve yanıtlar hesaplı kitaplı bir bakış açısı arayışından değil, boğazımda düğümlenen çığlığın zorlamasından doğdu.

- Bir diğer yanıyla da kendinize sorduğunuz sorular bunlar. Nasıl hissettirdi kendinize soru sormak, merak ediyorum doğrusu...

- Evet, kendime sorular soruyorum ama aslında Diyarbakırlı bir Kürt arkadaşımla konuşuyordum. Gerçek bir diyalog bu. Öncelikle kendimi, kendi doğrularımı sorgulama ihtiyacı hissettim. Kendi örneğimden hareketle de Batılı Türk’ün Kürt halkına, Kürt hareketine ve sürmekte olan Kürt savaşına bakışını anlamaya, tartışmaya, sorgulamaya çalıştım. Dışardan bakan ve içerden bakan aynı gerçeği farklı yaşıyor, farklı görüyor. Birbirimizi anlayabilmemiz, yaklaşabilmemiz nasıl mümkün olacak? Kendini korkusuzca sorgulamak insanın kendini daha iyi tanıması açısından verimli bir deneyim oluyor. Diyaloglar’da kendime özellikle ulusal aidiyet duygusu, şiddet ve ama’sızlık üzerinden sorguladım.

'BU SADECE BENİM KENDİMLE HESAPLAŞMAM DEĞİL'

- Surönü Diyalogları, bugün yaşadıklarımızı da göz önüne alırsak, bir refleks kitabı mı? Üzerine uzun uzun düşünüldüğü, yılların imbiğinden geçtiği her cümleden belli oluyor ancak bir tetiklenme noktası da vardır illa ki... Surönü Diyalogları'nı yazmaya sizi iten ne oldu?

- İnsan yaşamı boyunca düşe kalka yürümüşse, kimi zaman tökezlemiş yenilmişse, doğruları kadar yanlışları da olmuşsa ve kendisiyle yüzleşmekten korkmuyorsa, zaten her an hesaplaşma içinde oluyor. Surönü Diyalogları’nı iki ayda yazdım çünkü yıllardır süren bütünsel hesaplaşmanın bir bölümüydü, yani hazırdım. Tetiklenme noktası gidip gördüğüm Cizre ve Sur oldu. Bölgede yaşananların ileriki yıllarda insanlık suçu olarak niteleneceğinden kuşku duymuyorum. İnsanlık trajedisinin yaşandığı yerde yazarın sessiz kalabilmesini mümkün görmüyorum ben.

- Girdiği hesaplaşmalar düşünüldüğünde yakıcı bir döküm Surönü Diyalogları. Sizi zorlayan tarafları neydi? Ya da var mıydı? Oldu mu?

- Bu sadece benim kendimle hesaplaşmam değil, öyle olsaydı yazmaya, yayımlamaya değmezdi. Benim iç hesaplaşmamdan kime ne! Daha önce söylediğim gibi diyaloglar Türkiye’nin Kürt sorunuyla hesaplaşma denemesi olarak okunabilir. Evet, beni zorladı. Özellikle de oradan, öteki taraftan yani Surdibi’nden veya Cizre’den bakarken, o insanları dinlerken nasıl farklı düşünmeye başladığımı, ama’larımın nasıl azaldığını, sonra kendi tarafıma döndüğümde ama’ların altını çizmeye başladığımı fark ettiğimde zorlandım. Batı ile Doğu’nun, Türk’le Kürt’ün bakışlarının farklılığını kendi içimde yaşayarak anladım. Bu da barışçı bir çözümün, ortak vatanda ortak yaşamın kurulmasının güçlükleri ve olanakları üzerine daha fazla düşünmeme yol açtı.

'EDEBİYAT CESUR OLMALI VE YÜZLEŞMEYİ ZORLAMALI'

- Tarihe kayıt düşmenin yolları hakkında konuşalım istiyorum biraz. Bu noktada edebiyata rol düşüyor elbette ama edebiyat üstüne düşeni yapıyor mu sizce? Ya da "yapamıyor", "yaptırılmıyor" diyebilir miyiz? Bir başka bakışla bunun bir zamanı var mı, olmalı mı?

- İyi edebiyat her zaman tarihe kayıt düşer. Sadece Türkiye değil dünyanın büyük bir altüstlük, bir çağ krizi yaşadığı günümüzde, özellikle son on yıldır, edebiyatta neoliberal-postmodern akımın gerilediğini, odak noktasına toplumsal girdaba kapılmış insanı alan edebiyatın yükseldiğini gözlemliyorum. Gerek Türkiye gerekse dünyadaki yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar toplumsal- siyasal çalkantılardan etkilenen insanın trajedisine dönüyorlar. Zaman geldi, konular olgunlaştı bence. Önümüzdeki on yılda, bütün engellemelere, hatta çoksatarlara koşullanmış okur duyarsızlığına karşın, sizin deyişinizle “tarihe kayıt düşen” edebiyatın genç yazarların kalemiyle, yüreğiyle gelişeceğine güveniyorum.

- Bu bağlamdan devam edelim. 12 Eylül'le, Maraş'la, Dersim'le, 1915'in edebiyata yansımalarının zamanını düşünürsek yaşadığımız günlerin yansıması için ne dersiniz? Dersim Katliamı üzerine 2000'lerde konuşulmaya, bir şeyler yazılmaya başlandı...

- Kuşkusuz, toplumsal travmaların, acıların edebiyata yansıması için bir süre gerekiyor. Olayları yaşamış birinci kuşak susar, konuşmaz, içine gömer acıyı; belki biraz da korkudan. İkinci kuşak deşer, öğrenmeye çalışır. Üçüncü kuşak konuşur, dışlar ve hesap sorar. Öte yandan Türkiye’de, tarihimizin acılı, ayıplı sayfaları üzerine araştırma yapmak, yazmak, konuşmak her dönemde tehlikeli sayılmıştır. Bir yandan devletin/ iktidarın engellemeleri, baskıları; öte yandan devletçi-ulusalcı zihniyetin saldırıları resmî tarih dışına çıkan her yorumu, her düşünceyi yok etmeye yönelir. Üstelik devletin olduğu kadar ideolojik-siyasal akımların da resmî tarihleri vardır. İslamî hareketin, sol’un çeşitli kesimlerinin tarihleri farklıdır. Ve hiçbiri kendi gözlükleri dışında bir anlatıya tahammüllü değillerdir.

Benim, Dersim gerçeğiyle yüzleşme romanım olan O Muhteşem Hayatınız’a ulusalcı kesimden gelen saldırılar, Erguvan Kapısı’ na bir sol örgütten gelen küfür ve tehdit düzeyindeki tepkiler, yaşanmış örnekler. Kendisiyle yüzleşme cesareti ve alışkanlığı olmayan bir toplumda, edebiyat cesur olmalı ve yüzleşmeyi zorlamalıdır diye düşünüyorum.

'İSYANIN HAKLILIĞI TERÖR EYLEMLERİNİ MEŞRU KILMAZ'

- Biraz da "Batı" ve "Doğu" arasındaki köprülerin kopuşundan söz etmek istiyorum; yani kitabın merkezindeki meseleden. "Şimdi yakınlaştı ya, o zamanlar uzak, çok uzak yerlerdi buralar," diyorsunuz siz de... Bu uzaklaşma neden ve nasıl oldu? Ve aynı şekilde yakınlaşma...

- Kitapta bu soruların cevabı aranıyor zaten. Batı ve Doğu yerine, kendini vatanın ve Cumhuriyet’in hem sahibi hem efendisi gören “milleti hâkime Türk” ve başta Kürtler olmak üzere itaatle yükümlü “ötekiler” diyelim açıkça. Köprüler var mıydı aramızda yoksa tek taraflı bir tahakküm ilişkisi miydi? Ötekiler “Yetti artık, edî bese!” dediklerinde olanlar ortada.

- Yine bu bağlamda birbirimize tekrar yakınlaşırken yanlış "dokunuşlarımızın" olduğunuz düşünüyor musunuz? "Dokunma dersleri"ne ihtiyacımız var mı?

- Pek çok yanlışımız olduğunu düşünüyorum. Tabii ki suça varan yanlışların baş sorumlusu devlet ve iktidardır. Onların, milliyetçi önyargıları ateşleyerek yönlendirdiği kitleler de dokunmak yerine vurmayı yeğlerler. Ancak Kürt silahlı hareketinin şiddete dayalı “dokunuşu”nun savaşta acıları, yıkımları artırdığını da görmeliyiz. İsyanın tartışılmaz haklılığı, şiddeti, özellikle sivillere yönelik şiddeti, terör eylemlerini meşru kılmaz. Kitapta tartışılan başlıca sorulardan biri de bu zaten.

- Yakınlaşma meselesi bizi ister istemez 90'lara götürecek; oradan devam etmek isterim. Bugün bile "AKP iktidardan indirilirse buralarda Beyaz Toros'lar dolaşacak" dendi. Beyaz Toros'lar değil ama akrepler, TOMA'lar, tanklar dolaşıyor şimdi. Buradan yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Bugünkü devlet anlayışı ile 90'ların devlet anlayışı arasında sizce fark var mı?

- Yüzlerce yıldır değişmeyen bir zihniyet bu. 1915 kırımı, Pontus Rumları’nın tehciri, Şeyh Sait ve diğer Kürt isyanlarının kanla bastırılması, Dersim’de on binlerce sivilin; kadın, çoluk, çocuk demeden öldürülmesi, 1940’ların Varlık Vergisi faciası, 90’lar, ve bugün sürdürülen Kürt savaşı tıpa tıp aynı zihniyetin ürünüdür: Kimliğini, kültürünü, özgürlüğünü korumak isteyen, asimilasyona direnen halkların güç uygulanarak, olmadı sürülüp yok edilerek sindirilmesi…

'BUGÜN YAŞATILANLARIN EŞİNİ BENZERİNİ HATIRLAMIYORUM'

- Bugünün Türkiyesi, demokratikleşme yolunda ciddi adımlar atılmadığı gibi siyasi gerilim ve çalkantılar içinde yaşayan bir ülke oldu. Siz bunca yıl içinde, onca süreç ve dönem gördünüz. Yaşadığımız bu süreci geçmiştekilerle kıyaslamanızı istesem- özellikle Kürt halkına yapılanlar- açısından...

- Ülkenin son 75 yılının tanığıyım. Çok zor dönemler atlattık, acılar yaşadık. Ancak bugün yaşanan, daha doğrusu yaşatılanların eşini benzerini hatırlamıyorum.

- Tâ taş atan çocuklardan, bu son sokağa çıkma yasakları dönemine kadar STK'ler üzerlerine düşeni yaptı mı sizce? Yoksa onlar da var olan baskı ve korku ortamından payını aldı mı?

- Başka konularda çok daha atak olan, tepki veren sivil toplum, son bir yıllık süreçte, Kürt illerindeki yıkım, ölüm, zulüm karşısında büyük ölçüde sessiz kaldı. Tepki veren, bölgeye koşturan, olup bitenlere farkındalık yaratmaya çalışan aydınlar, demokratlar, barışçılar hep bir avuç “olağan şüpheli”ydi. Baskı ve korku ortamı kadar, Türk insanının genetik koduna, beyinlere yüreklere işlemiş Türk milliyetçiliğinin rolü unutulmamalı. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” sözünün pervasızca söylenebildiği, Kürtçe konuştu diye insanların linç edilebildiği bir toplumda STK’lerin sessizliği hiç de şaşırtıcı değil.

- Son olarak; AKP’nin Kürt sorununu çözebileceğine inandınız mı?

- Üç yıl önce çözüm süreci gündeme geldiğinde, Abdullah Öcalan’ın Newroz konuşması Diyarbakır’da milyonların doldurduğu meydanda okunurken umuda kapılmıştım doğrusu. Ama, o günlerde yazdığım bir yazıda ifade ettiğim gibi “endişeli bir umut”tu bu. Pragmatist Erdoğan’ın barışçı çözüme Kürtleri pek sevdiğinden, haklarını almalarını istediğinden falan değil, Kürt kartını elinde tutarak kendi iktidarını pekiştirmek için yanaştığını düşünüyordum. Kürt hareketini yedeğine alamayacağını hissettiğinde ânında politika değiştireceğini de biliyordum. O günlerde yazmışım bunları zaten. Ama, en küçük bir çözüm umudunun peşinden gitmemiz, çözüme yönelik her adımı desteklememiz gerektiğine inanıyordum, bugün de inanıyorum. Kısa dönemde ufukta çözüm umudu görünmüyor ama yarın savaşı sona erdirmeye, diyaloğa ve çözüme doğru atılacak adımları kimden, nereden gelirse gelsin yine desteklerim.

31 Aralık 2015. Diyarbakır kar altında. Suriçi kuşatılmış, içerde çatışmalar sürüyor. Batı’dan gelen Türk, Surönü’nde kar altında oturmuş Suriçi’nden Kürt arkadaşıyla konuşuyor. Diyaloglarla süren bir tanıklık, yüzleşme, kendimizle hesaplaşma denemesi. Dışardan gelenin bakışıyla yakılıp yıkılan bölge insanının içerden bakışının dramatik karşılaşması. “Hendekçi çocukları hendeklerin arkasından, ateşin arasından çıkarıp önüne geçirmek, ellerinden tutmak için ne yaptık? Onlara eşit ve özgür yaşayacakları bir ülke verebildik mi?” sorusuna cesur ve içtenlikli bir cevap arayışı.

Oya Baydar Surönü Diyalogları’nda, her ölümün, her yıkımın bizi birbirimizden biraz daha uzaklaştırdığı şu savaş günlerinde, barışı neden bir kez daha ıskaladığımızı soruyor.

Barışçı çözüm hâlâ mümkün mü, yoksa geç mi kaldık, hüzünlü bir vedaya mı hazırlanıyoruz?

Karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir hesaplaşma, dostluk ve barış türküsü.

Surönü Diyalogları / Oya Baydar / Can Yayınları / 124 s.

erayak@cumhuriyet.com.tr