Toni Morisson'dan 'Tanrı Çocuğu Korusun'

Toni Morrison, “Tanrı Çocuğu Korusun”da Bride’ın hikâyesini okura sunarken geçmeyen çocukluk yaralarının, insanın hayatını ne kadar etkilediğini, onun hayatında varlığını sürdüren insanlarla kocaman bir ağ örerek anlatıyor.

Adalet Çavdar

Çocuklar için acımasız dünya

Şefkat, yeryüzünde insanların bir başkasından en çok beklediği şey olsa gerek. Bir acıma duygusundan ziyade kendisinin de bir diğeri kadar insan olduğunu hissedebilme ve hissettirebilme arzusu... Sonuçta hiçbir insan baştan kötü olarak doğmuyor. Çocukların saf acımasızlığının dışında bir şeyden bahsediyorum. Kötülük bir yaşam tarzı olarak tercih edilen, büyürken öğrenilen bir hal gibi daha çok. O yüzden belki de insan, çocukluğunu anımsayıp anlatmaya başlayınca yüzüne kendi elleriyle görünmez, sırrı dökülmüş bir ayna tutmaya başlıyor. Kötünün neden kötü olmayı tercih ettiğiyse bambaşka bir mesele. Herkesin kendi varlığını ispat etmesinin ve hayatla başa çıkmasının bambaşka yolları var sonuçta. Ama her şeye rağmen herkes kendisini ve geçmişini bağışlayabilir, yüzünü iyiye dönüp devam edebilir hayata.

 

BİR ÇOCUĞA NE YAPTIĞINIZ ÖNEMLİDİR”

Ben bir kitabı okurken mutlaka o kitabın bir şarkısı olur. Toni Morrison’un Tanrı Çocuğu Korusun kitabını okurken Bach’ın “Erbarme Dich” aryası aklımın içerisinde çalıp durdu “merhamet et Tanrı’m, akan gözyaşlarımın hatırına” dedim… Bir bebeğin bir azınlık olarak doğup o haldeyken bütün kuvvetiyle yaşamayı öğrenmesinin ne kadar güç olduğunu ve aslında dünyanın çocuklar için gerçekten ne kadar acımasız bir yer olduğunu hatırlattı bana Morrison.

Büyürken başımıza gelenler, onların altından sağ salim ya da çürük çarık çıkmamız, sonrasında bizi olduğumuz insan yapar. İnsan değdiği, dokunduğu, gördüğü, okuduğu, konuştuğu birçok kişiden öğrenerek, artarak ve azalarak büyür. Peki, doğduğu andan itibaren sevilmeyen ve sanki rengi kendi tercihiymiş gibi ondan uzak durulan, merhametten uzak yetiştirilen bir çocuğu ne büyütür? Morrison, Tanrı Çocuğu Korusun’da Bride’ın hikâyesini okura sunarken geçmeyen çocukluk yaralarının, insanın hayatını ne kadar etkilediğini anlatıyor. “Bir çocuğa ne yaptığınız önemlidir” diyor Morrison ve ekliyor “üstelik çocuklar yaptıklarınızı asla unutmayabiliyor.”

Bride, doğduğunda annesinden ve babasından daha kara bir kız çocuğu. Hayatı da rengi gibi zifiri karanlık sevgisizlikle, yasaklarla ve sürekli korkarak yaşıyor uzun süre. Üstelik sadece toplumsal olarak itilmiyor, doğduğu an başlıyor onun ötekileştirilme çilesi. Ondan biraz daha açık tenli olan annesi ve babası gördüklerine inanamıyor, evi terk eden babasının ardından annesi tarafından da bir öteki olarak yetiştiriliyor Bride. Annesi bunun bir kötülük olmadığını sadece onu dış dünyaya hazırlama gerekliliğinden ötürü böyle davrandığını iddia etse dahi hiç saçı okşanmamış, eli tutulmamış, anne dememiş bir kadın olarak büyüyor Bride. Hayatını kendi başına güç, başarı, güzellik ve parayla ve ciddi zorlukların altından kalkarak kurmayı başarsa da savrulmaktan alıkoyamıyor kendisini. Dönüp geçmişinde ister istemez kayboluyor. İnsan ailesini ve kendisini affedemeyince koca bir hayatı bile isteye heba edebiliyor. Hayatta her yarım kalmış hikâyenin bir tamamlanma günü elbette var.

Bride kendini varlığını o katran karası güzelliğini sergileyip yaptığı işlerde başarı göstererek bir şekilde kanıtlıyor. Neşeli, güzel, başarılı, iyi para kazanan, eğlenceli bir kadın olarak hayatına devam ediyor. Hiçbir şey talep etmezse koşulsuz şartsız sevilebileceğine inandığı bir düzen kuruyor kendisine. Bir yakın arkadaş, bir sevgili ediniyor.

 

KİBİR ÖRTÜSÜ

Morrison, Bride’ın hikâyesini onun hayatında varlığını sürdüren insanlarla kocaman bir ağ örerek anlatıyor. Kurulup yıkılan, yıkılıp tekrar kurulan ve benzer acılardan farklı zamanlarda farklı koşullarda geçen insanların hayatı bir şekilde Bride’ın etrafında kümeleşiyor. İnsanların başlarına gelenlerle, kayıplarla kendi hayatlarına kurdukları savunma mekanizmaları sizi hiç şaşırtmıyor çünkü benzer şeyler hepimizin başından geçiyor. Herkesin kendi hikâyesini kendi dilinde anlattığı bu romanda ezilmenin, tacizin, öfkenin ve varlığı bir şekilde idame ettirmenin ne demek olduğunu okuyorsunuz.

Bride, kendisini çocukluğundan itibaren sevmeye çalışıyor. Hayatına giren erkeğe, Brooker’a, biri hariç çocukluğunun bütün sırlarını anlatıyor. Öte yandan karşısındaki adamın varlığının, kocaman bir sır olduğunu adam gidene kadar fark etmiyor. Bride ve Brooker kendilerine ve hayatlarına duyduğu merhameti ve öfkeyi kapatmak için üstlerine kibir örtüsü örtüyor. Bu örtü Brooker’ın, Bride’ı hiçbir açıklama yapmadan terk etmesiyle savruluyor. Geçmişte başlarından geçen ve canlarını yakan olayların acısını farkında olmadan çıkarıyorlar.

Bride, annesi bir kez elini tutsun diye yaptığı hatanın bedelini yirmi beş sene sonra ödemek isteyince hayatı orta yerinden kırılıveriyor ve kırılan kütlenin altında uzun bir süre kalıyor. Varlığını kendisine tekrar ispat edebilmek adına sadece “Neden?” diye sormak üzere Brooker’ı ararken buluyor kendisini. Affedemediği ve varlığı talep ettiği kimse tarafından kabul görmediği için bedeni kendi kendisine zarar vermeye başlıyor. Derken kendini affedebileceği bir yol buluyor yine kendi öyküsünde…

 

GÜNÜMÜZE YAKIN BİR HİKÂYE

Aile dizimlerine ne kadar inanırsınız bilmiyorum ama ailenin, hatta kökenin kaderinin insanın sırtına asılıp kalmasının ve bir ömür ondan kurtulmaya ya da onunla yaşamaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu yaşadığımız coğrafyadan da hepimiz biliyoruz. Sadece insan olmak, yalnız burada değil, bilinen hiçbir toprak parçasında mutlu mesut yaşamak için yeterli ve geçerli değil.

1993’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk siyahî kadın olan Morrison, bugüne kadar yazdıklarıyla kendi yaşadığı coğrafyanın ve parçası olduğu ırkın sorunlarını anlatan bir yazar. Daha önce yazdığı romanlarında da cinsel istismara uğramanın, kadın olmanın ve siyah olmanın bu dünyada ne demek olduğunu anlatmıştı.

Morrison bizim bugünümüze çok uzak bir hikâye anlatmıyor. Yaşadığımız coğrafyaya baktığımızda, her gün haberlerde ve sosyal medyada başka bir koşulu olmadan kadınlığın ne kadar zor olduğuna tanıklık ediyoruz. İsyanımızı bulduğumuz ve bildiğimiz tüm yollarla dile getirsek de sesimizi kendi benzerlerimiz dâhil olmak üzere çok az insana duyurabiliyoruz. Üstelik bu sesin duyulması, taleplerimizin kulak arkası edilmemesi anlamına gelmiyor. Çoğu zaman sesimiz sansürlenirken taleplerimiz terörize ediliyor. Korkunun getirdiği itaatle yaşamak istemesek de sadece yaşayabilmek için diğerlerinin oluşturduğu kurallara ister istemez uyarken buluyoruz kendimizi. Çocukların başına gelenleri unutabileceklerini düşünüyoruz, okuduğumuz haberlerin acısı ve öfkesi bizde birkaç saat sürerken o öfkeyle yetişen çocukların iyi insanlar olmasını bekliyoruz. Bu yüzden evet, inandığımız Tanrı çocuğu dünyanın her yerinde insanların zulmünden korusun.

 

Tanrı Çocuğu Korusun / Toni Morrison / Çeviren: Elif Ersavcı / Sel Yayıncılık / 176 s.