Tiyatroda yeni bir soluk
Can Bora için tiyatro her şeyden önce insana yapılan bir keşif. Tiyatroda farklı bir anlatımın peşinde olması biraz da bundan. “Görünmeyeni” göstermek için dans ve video art’ı da taşıyor oyunlarına. DANTEL de bu çok disiplinli tiyatro tarzını bizimle paylaştığı ilk projesi. Sevmeyi, sevilmeyi, kırgınlıkları anlatıyor.
Esra Açıkgöz / CumhuriyetÖnce biraz sizi tanıyarak başlayabilir miyiz, neydi size tiyatroya iten?
En sade şekliyle “itki” diyebiliriz. 10 yaşındaydım, annemle Ziverbey’deki Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin önünden arabayla geçerken “Ben buraya gelmek istiyorum!” demiştim. Şimdi daha akademik düşündüğümde o isteğin nedenini buluyorum: tiyatroda iletişim, anlayış, büyü ve de “keşif” var. İnsan, her katmanında sırların, bence en büyüklerinden.
Paris’te Tiyatro Bilimi eğitimi aldınız. Bu eğitimin bir oyuncuya ne gibi yararı oluyor?
Bölüm, oyunculuk ve performans dışında daha kuramsal öğretileri de kapsıyor; estetik, mizansen tarihi, dramaturji, ışık tasarımı, yazarlık... Dolayısıyla, bir oyuncuyu entelektüel açıdan geliştirmekle kalmıyor, ona yeni bakış açıları da sunuyor. Bir şeyi yaptığınızda, onu savunabilmeniz ve doğru kavrayabilmeniz için, altını doldurmalısınız. “Neden, nasıl, ne için”e inandırıcı ve tatmin edici cevaplar verilebilmeli.
Sadece oynamakla yetinmediniz, dans eğitimi de aldınız. Neden?
Dansa çocukluğumdan beri ilgim vardı ama bir türlü nasip olamamıştı derinleşmek. Paris’te Belediye konservatuvarındaki dans dersimiz ön ayak oldu beni uyandırmaya. Zaman içinde dans da içimde evrimleşti. Şu anda “hareketi” her şeyin kaynağı olarak görüyorum ve harekete kattığınız “tavrı”. Oluş haline sizi yaklaştıran en kuvvetli araç bence hareket. Daha soyut, daha sübtil bir çerçevede, vücut sisteminden tutun da dünyanın dönüşüne kadar her şey hareket halinde ve bizler de, insan olarak aynı şekildeyiz. İçle dışın bir olduğunu ya da içteki kuralların dışarıda da hüküm sürdüğünü idrak edebilmeyi “hareket etmeye” borçluyum ya da insanın çok daha derin katmanlarını ya da başka başka potansiyellerini keşfetmeyi...
DANTEL, çok disiplinli bir tiyatro oyunu. Dans, video art ve animasyonu içinde barındırıyor. Üstelik Blue Screen tekniğini de sahneye taşımışsınız bu oyunla. Nereden aklınıza geldi bu teknikleri kullanmak?
Paris’te yaşadığım dönem yalnızca tiyatro için değil tüm sahne sanatları için dans, sirk, opera ve performans- ufkumun açıldığı bir kapı oldu. Ulusal,
uluslararası birçok isim, büyük prodüksiyonu görme şansınız oluyor ve şunun farkına varıyorsunuz; sınır yok! Özellikle de kuramsal açıdan çok büyük bir araştırma var. Tiyatro nedir, neye hizmet etmelidir, neden tiyatro yapıyoruz, farklı kitlelerden insanları nasıl tiyatroya davet edebiliriz ve tiyatro da kendi sürecinde “şu an” nasıl evrimleşebilir, gibi soruları sormaya devam ediyorum sürekli. Yüksek lisans tezlerimde çağdaş tiyatro ve görsel (dijital) sanatların ilişkisini inceledikten sonra, nasıl diyeyim, aradığımı ya da ihtiyacım olanı bulmuş gibi hissettim! Sinema sanatı nasıl doğuşunda tiyatrodan beslenmişse, şimdi de sıra belki de tiyatroda. Medya çağında yaşıyoruz, tiyatro gibi bir sanatın da günümüz kültürünü ve araçlarını dışlaması garip kaçmaz mı? Diğer yandan, tiyatroda daha çok ilgimi çeken, hep içsel unsurlar veya durumlar. Günümüzde, görsel sanatlar ya tezatlık yaratarak ya da video art’ta “zaman” nasıl manipüle edilebilir bir öge haline gelmişse, o derecede de “görünmeyeni” bize sergileyebilir, algılarımızla oynayabilir hale geldiler.
Gelelim konuya; hayatı, kırgınlıkları, aşkı “Dantel”le bağdaştırmak nereden aklınıza geldi?
Dantelden anladığım açıkçası biraz tezat kavramlar. Zaman ve emek isteyen, unutulmaya başlanan bir “el uğraşı”. Kişisel, hatta belki de mahremiyeti var. Ama aynı zamanda da, eski anneanneleri dantel işlerken düşündüğümde bir içe kapanıklığı ya da soyutlanmayı da beraberinde getirdiğini görüyorum. Melankolik bir yanı var; evi ve içindeki eşyaları süslemek için yapılsalar da karanlık bir ağ, bir taraftan da. Bu bahsettiğim zıtlıklar, hayatın merkezinde de var olan bir şey değil mi? Şekil olarak bir yandan da “mandala”ları hatırlatıyorlar: içinde her şey var. İçerden ya da dışarıdan aldığınızı diğer yöne doğru aktarıyorsunuz. Çok da sözcüklerle anlatılamayan ama duyumsal olarak algılanabilen bir durum var ortada. Diğer bir deyişle, benlikten çıkan her şey, örülen bir dantelde vuku bulabilir.
Sevmek-sevilmek insanlığın hep peşinde olduğu iki ihtiyaç. Hayatların kilit sorunları arasında dolayısıyla. Siz bu sorunu sahneye taşıma ihtiyacını neden hissettiniz? Derdiniz neydi bu iki duyguyla?
Bu duyguyla hâlâ da derdim var. İnsanın kendisini keşfedebilmesi, tanıyabilmesi için çoğu zaman bir ömür bile yetersiz. Hani bazen bir şeyleri içinizden bilirsiniz de kelimelere dökemezsiniz. Cevaptan eminsinizdir de, şu an çıkaramazsınız. Görmek ve duyumsamak için bir seri serüvenden geçmemiz gerekiyor. Ya da şöyle sorayım: sevmek-sevilmek gibi bir derdimiz olmasaydı, biz ve dünya nasıl olurdu?
Craft’da “sorgu” adlı bir oyununuz da olacak. Orada ne bekliyor izleyiciyi?
Yetiştirebilirsek, sezon kapanmadan ilk gösterimlerini yapmak istiyoruz “sorgu”nun. Seyirciyi üç oyuncu ve yeniden ekranlar, performansa dayalı bir oyunculuk bekliyor. “sorgu”, kendi iradeleriyle “cisimsizleşme” kararı alan üç ya da kim bilir belki de bir kişinin öyküsü. Sanal benlik kavramından yola çıktık; teknoloji, modern kültür, otorite ve birbirimizle olan ilişkimize dayanıyor.