‘Ter’ filminin yönetmeni Magnus von Horn: Sosyal medya hayatın bir uzantısı

“Sweat” (Ter) filminin yönetmeni Magnus von Horn, sosyal medyada kendisini gerçek ile sahteyi kokusundan ayırt eden bir köpek gibi hissettiğini söylüyor.

Emrah Kolukısa

Magnus von Horn imzalı “Sweat” şu sıralar MUBI’de gösterimde. Cannes Film Festivali’nin iptal edilen 2020 seçkisinin etiketini taşıyan “Sweat” çok takipçili bir sosyal medya influencer’ının peşine takılan bir hayli çarpıcı bir film.

Horn, “Sosyal medyada aktifim ama pasif bir gözlemci olarak. İzlemeyi tercih ediyorum, çok paylaşım yapmıyorum” diyor.

Horn ile Zoom söyleşisi yaptık. Hem onun hem de karakteri Sylvia’nın dünyasını anlamaya çalıştık.

“Sweat” (Ter) aslında geçen yıl Cannes Film Festivali’ne seçilmişti ama Covid-19 pandemisi çıkınca festival iptal edildi. Neler hissettiniz, oradan başlayalım mı?

Elbette filmin Cannes’da gösterilememesi çok üzücüydü. Bu yıl oradaydım ve başka bazı filmler izledim salonlarda. Biraz kıskandım doğrusu ama bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu, pandemi patlamıştı. Ama şunu söyleyebilirim: Elimizden geldiği kadar izletmeye çalıştık filmi, birçok farklı ülkeye satıldı ve bir hayli de ilgi gördü, dijital olarak izlenmiş olsa da.

Magnus von Horn

Bir söyleşinizde “Sosyal medyada gördüğüm bazı şeyler beni sinemadan daha fazla heyecanlandırıyor” demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Sosyal medyada birisi çok sayıda paylaşım yaptığında ortaya çıkan anlatım tarzını sevdiğimi fark ettim. Yıllar önce takip ettiğim birisi Snapchat’te günde belki 70 post üst üste paylaşıyordu mesela ve bu da filme ilham verdi aslında. Bu bana çok yeni bir anlatı gibi gelmişti çünkü bir hayli yoğun bir içerikti ve sanki onun gündelik hayatını takip ediyordum. Onun içine girdikçe çok mahrem bir şey buluyordun ve aslında ne yaptığı çok da önemli değildi yani 20 dakika boyunca köpeğiyle oynuyordu mesela. Ama asıl büyüleyici olan onun bunu yapmasıydı. Sonuçta izlediğim içeriğin yüzde 98’i saçmalıktı ama geriye kalan yüzde 2’nin içinde beni heyecanlandıran bir şey çıkıyordu, çok duygusal bir şey. Bir magazin sitesine girip ünlü birinin yaşadığı bir sinir krizini izlemek ile birisini 2 hafta boyunca izleyip sonra o krize denk gelmek arasında büyük bir etki farkı var, ikincisi çok daha fazla etkiliyor seni. Bu da bence çok ilginç bir hikâye anlatma biçimi ve sinemacılar bundan ilham alabilir.

TELEFON KAPALIYKEN NASILLAR?

Filmi Polonya’da çektiniz, İsveçli olduğunuz halde… Eğer İsveç’te çekseydiniz çok farklı bir film olur muydu “Sweat”? Ve ne anlamda farklı olurdu?

Evet muhtemelen farklı olurdu. Ben son 15 yıldır Polonya’da yaşıyorum, İsveç’te değil. Gerçi şimdi İsveç’teyim. Ama burada yaşamıyorum ve evet bence farklı olurdu ama nasıl bir fark olurdu onu bilemiyorum tam olarak. Eminim Türkiye’deki bir influencer’ın hikâyesi olsa o da çok farklı olurdu. Yaşadığın yere göre kültür değişiyor, karakter değişiyor, değerler değişiyor, toplum değişiyor… Benim bu Polonyalı influencer’ın hikâyesinde ilginç bulduğum şey her şeyin çok aşırı olmasıydı, özellikle de beden söz konusu olduğunda, bunun nasıl satıldığı… Bir çeşit kapitalizm yani, ki Polonya toplumunda çok belirgin olan bir şey bu. Burada toplum çok fazla kutuplaşmış durumda: yaşlı nesil - genç nesil, kapitalizm - komünizm gibi… Çok değişmiş bir toplum bu. Bazen her şey çok kaba olabiliyor. İsveç’te böyle değildir mesela, çünkü benzer tarihsel değişimler yaşanmadı İsveç’te.

Andy Warhol bir keresinde “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak” demişti. Bugün bu öngörüyü nasıl yorumluyorsunuz? Şöhret bu çağda ne anlama geliyor?

Andy Warhol bu çeşit bir şöhreti öngörebildi mi bilmiyorum, belki de öngörmüştür… Benim bu konuda en ilginç bulduğum şey şuydu: Influencer’lar genellikle telefondayken ünlüler ama telefonları kapalıyken son derece utangaç, içe dönük kişiler yani aslında telefondaki imajlarıyla tanımlanıyorlar çoğu. Bu belki başka ünlüler için de geçerlidir. Bana öyle geliyor ki bazen telefondaki halleri yaşamdaki hallerinden daha gerçek. Telefondayken gerçek duygularını paylaşmakta daha rahat oluyorlar, gerçek yüzlerini orada daha rahat gösterebiliyorlar, gerçek hayatta ise gösteremiyorlar. Yani telefonları olmadığında daha depresif, daha trajik ve yalnız olacaklar sanki. “Sosyal medya olmasaydı insanlarla bağ kurmanın başka bir yolunu bulurdun” sözüne pek inanmıyorum ben, bu çok yargı içeren bir cümle.

KÖPEK GİBİ İZ SÜRMEK

Çok bilindik bir tartışmadır, hayat mı sanatı taklit ediyor, sanat mı hayatı? Şimdi buna bir de sosyal medya boyutu eklendi sanki. Size göre sosyal medya neyi taklit ediyor, hayatı mı sanatı mı?

Sosyal medya bence hayatın bir uzantısı ya da abartılmış hali. Hayattan bahsettiğimiz, hayatı paylaştığımız bir yer. Şöyle düşünün, birine bir şey anlatırken hep bir araç kullanıyoruz değil mi? Yani bu bir şiir de olabilir bir film de bir Instagram paylaşımı da, hepsi bir aracı aslında. Hikâyeyi nasıl anlattığınız da kullandığınız aracıya göre değişiyor. Bence sosyal medyanın en ilginç yanı da burada filtre kullanmadan bir şeyleri anlatmak. Bir reality programının uzantısı gibi adeta, çiğ bir anlatım söz konusu. Yüzeysel olarak bakarsanız kişinin kendisi hakkında bir şeyi, kişinin kendisinin çektiği bir film… Elbette aslında bunu çeken çok daha büyük bir güç, seni influencer yapan, sana o takipçileri getiren güç. Senin ötende farkında olduğun ya da olmadığın güçler var bunu yapan. İlginç olan şey bunu sosyal medya aracılığıyla nasıl yaptığın çünkü bu yeni bir şey. Mesela birisi bir duygusal çöküş yaşadığında, ağladığında bunu daha çok takipçi çekmek için de yapıyor olabilir, gerçekten ağlamak istediği için ve yalnız kalmak istemediği için de… Burada benim en çok ilgimi çeken şey şu: Kendimi gerçekle sahteyi kokusundan ayırt eden bir köpek gibi hissediyorum. Belki tam olarak neyin gerçek neyin sahte yapıldığını söyleyemem ama hissederim. Sosyal medya derin duygusal içerikler bulmayı beklediğiniz bir yer değil ama bunu bulduğunuzda etkisi de daha büyük oluyor.

Magnus von Horn sette (Yapımcı Mariusz Wlodarski ile birlikte)

SOSYAL MEDYADA AKTİF DEĞİLDİ

Oyuncu seçimi, casting zor oldu mu? Sylwia’yı oynayan Magdalena Kolesnik’i nasıl buldunuz?

Tabii zor bir süreç. Hep öyle çünkü uzun sürüyor. Ama başroldeki oyuncu yani Magdalena Kolesnik bizim ilk bulduğumuz oyuncu oldu. Sonra onu role hazırlamak bir hayli zaman aldı. Spor salonunda çalışmayı öğrenmesi gerekti ve tabii sosyal medyayı da öğrenmeliydi çünkü kendisi sosyal medya kullanmıyordu. Tanıştığımızda bir Instagram hesabı bile yoktu. Yani onu bulmak kolaydı ama karakterin içine sokmak ve filmi çekmek zordu.

Yönetmen olarak aslında bu karakteri sevdiğinizi görüyorum.

Evet onun yanındayım ben ama insani anlamda… Bence en önemli şey onun insan olduğunu anlamak, ben ona bir insan muamelesi yapıyorum. Yani hem iyi hem de kötü biri. Bazen iyi bazen kötü ama ben ona sempati duyuyorum çünkü bir insan o.

Sırada ne var peki, bir sonraki film nerede geçecek, Polonya mı İsveç mi?

Danimarka! (gülüyor) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde, 1919’da Danimarka’da, Kopenhag’da geçen kostümlü bir korku filmi üzerinde çalışıyorum, “Sweat”ten çok farklı… Yani belki dışarıdan bakınca farklı ama anlattığı şey benzer olabilir.