‘Tarlakuşlarının sesleri bozkırda’
Bağnazlığın son hedefi şair Ahmet Telli Cumhuriyet'e konuştu.
Işık KansuHacettepe Üniversitesi’nde öğrencilerle söyleşiye gitmişti, şair Ahmet Telli. Her gün biraz daha yükselen kendini bilmez, gözü dönmüş, kaba, bağnaz azgınlığın küçük bir örneği ile karşılaştı. Korkutulmak, gözdağı verilmek, kötülüğe uğratılmak istendi.
Şair gönlü bol olur, hoş olur; canını, acısını, duyuşunu dizelere döker.
Ahmet Telli’nin dizelerinden sorular çıkardık, içinden geçtiğimiz zamana ilişkin sezgilerini öğrendik:
İçinizin yanan bozkırları ne diyor, tam da bugünlerde?
Tarlakuşunu bilirsiniz; bozkırda yürürken birdenbire fırlayıverir az ötenizden. Kanat seslerinin çıkardığı pırrr sesi bozkırın dilidir. Hangi otun altında, hangi tümsekte gizlemektedir kendisini bilemezsiniz. Etraf sessizdir bozkırda ama, Sait Faik’in öyküsündeki “hişt hişt” sesi gibi ne yandan geldiğini kestiremediğiniz sesler duyarsınız art arda.
İçimin bozkırından her adımımda fırlayıveren tarlakuşlarının pırr seslerini duyuyorum son günlerde. Yaşama sevinci veren bu sesler ne çokmuş meğer. Müthiş bir şey bu. Ben de bir tarlakuşu olup katılıyorum aralarına.
Tarlakuşlarını bağrında saklayan bozkır bekliyor adım atışları. Hele bir deneyelim, gör o zaman pırrr diye uçuşlarını.
Şair biraz hesapsızdır
Ayın gölgesi düştü kedere. Şair, bir tetik boşluğunda mı?
Ay ne çok şiire ışığını düşürmüştür kim bilir; türkülere, filmlere, resimlere de öyle. Kimi kez bulutlar giriverir araya. Ayın orada olduğunu bilirsiniz ama, yürüyorsanız adımınızı attığınız yeri iyi hesap etmelisiniz. Bu adım atışlardaki dikkat, tetik boşluğu gibidir, aksi halde ayağınız burkulabilir, bir ağaca toslayabilirsiniz.
Şair mi? Biraz hesapsızdır o, öyleyken sezgileriyle bulur yolunu. Bulurken de sözünü, imgesini duyurur okuruna.
Bir çığlığın sessizliği mi yaşadıklarımız?
Munch’un “Çığlık” adlı tablosunda bir figür vardır, bilirsiniz. Figür oradadır ama, sesi yoktur. Öyleyken, biz çığlığı duyumsarız, dahası çığlığın etkisiyle deneyimleriz birçok şeyi. Öyledir sanat, duyumsatır ve sezdirir. Dünyanın her yerindeki çığlığı taşır bize o resim. Sonra kendimize döneriz; yaşadıklarımıza, ülkemize. Sevinç çığlıklarımız olmuştur belki bir zamanlar. O sevinçler solgunlaşmış ve Munch’un figürüne dönüşmüştür sanki.
Her büyük yapıt biraz da tamamlanmamıştır denir ya, çığlık acıyı duyumsattığı kadar, başka türlüsünün de mümkünlüğünü düşündürür imgelemi açık olana. İtiraz oradadır çünkü; Munch’un çığlığı bir itirazdır bu dünyaya.
Hüzün bir isyan özelliği kazanabilir
Hüzün bile isyanda galiba...
Hüzün bir durma, duraklama ânıdır ki, insanın kendi kendiyle yüz yüze gelmesidir bir bakıma. Bu durum, yüzleşmeye giden ilk adımdır. Bunu yaratansa tarihin akışı, coğrafyanın kaderi, insanlığın yahut bireyin o süreçteki dramıdır. Yaşantı birikmelerinin kişinin imgelemindeki toplamı, duyguların yoğunlaşmasına yol açabilir. Ancak hiçbir şeyin kendi kendiyle sürekli kalamayacağı diyalektiğinden çıkarak diyebiliriz ki, hüznün de zıddına dönerek bir isyan özelliği kazanabileceğini unutmamak gerekiyor. Bir kitabıma Hüznün İsyan Olur adını verişim de bundandır, bu bilinçledir. Gezi Direnişi sırasında bu söz birçok kez duvarlara yazıldı. Belli ki direnişçiler bunun ayırdındaydı.
Hüzün isyanı, kaosu, umudu da içinde barındıran bir insanlık halidir diye düşünüyorum.