Tarihi sorgulayan roman

Ahmet Altan, “Kılıç Yarası Gibi”, “İsyan Günlerinde Aşk”, “Ölmek Kolaydır Sevmekten” romanlarında, tarihsel bir zamanın sorgulamasına yönelir.

Feridun Andaç

Doğaldır ki; romancı birçok konuya, temaya ilgi duyar; her birini de romanında şu ya da bu biçimde işler. Eninde sonunda ilgi duyduğu, bildiği veya yansıtmak istediği gerçek/gerçeklikler dizisi, onun, ‘romancı muhayyilesi’ dediğimiz şeyin süzgecinden geçerek biçim alır.

Örneğin; Kemal Tahir, Kurt Kanunu’nda İzmir Suikastı Olayı’nı konu edinmişti. Ondan yirmi yıl sonra, aynı konuyu, daha başka bir boyutuyla, Üç Aliler Divanı’nda Yılmaz Karakoyunlu işledi. Hem bakış açıları, hem de anlatım biçemlerinin farklılığı, hem de dünya görüşleri romanda yansıtılan dönemi ve gerçeklikleri farklı bir boyutta ele almalarını sergiliyordu.

Denilebilir ki; romancının dünyası hayatın her bir gerçeğini alımlamaya, biçimlendirmeye, yani gerçeği yeni bir şeye dönüştürmeye açıktır.

Öyleyse; bir romana, roman gibi bakmak, bunu da romanesk özellikleri içinde değerlendirmek gerekiyor.

Romansal hakikat

Ahmet Altan, bir üçleme olarak nitelendirebileceğimiz “Kılıç Yarası Gibi”, “İsyan Günlerinde Aşk”, “Ölmek Kolaydır Sevmekten” romanlarında, tarihsel bir zamanın sorgulamasına yönelir. Romanesk bir yapı içerisinde öyküsünü kurarken, anlatıcının bakışı/yorumu/tanıklığıyla Osmanlı’nın çöküşüne ayna tutar. Dahası onun sorgusundaki kurgunun aydınlatıcı yanlarını da buluruz. Romancının (tarih) bilinci/ bakışı, hem yaşanan/geçen tarihe hem de tarihçiye göndermelerde bulunur. Altan, romandan vazgeçmez, ama tarihseli de zaman sorgusunda irdeler; bir bakış/yorum getirir. Üstelik yaratılan “millî tarih” tezini yerle bir eder. Gene de romansal hakikatin de tarihten neden/nasıl yararlanması gerektiğini göz ardı etmez.

Roman gibi roman

İsyan Günlerinde Aşk ilk çıktığında Altan roman değil de, tarihi kitabı yazmış gibi masaya yatırılmıştı.

Altan’ın romanını, okura ulaşmadan, ilk okuyanlardan biriyim. Orada, roman gibi roman yazmak sevdasında olan birinin incelikli/sezgili anlatımını buldum... Tıpkı Fethi Naci’nin yaptığı gibi cımbızla öne çıkarılanların; ne romanın roman gibi olmasını eksilttiğini, ne de fazlaca bir şey kattığını gördüm.

Yazmak, cesaret işidir. Hele yaratıcı yazı yazmak, hiç de öyle afur tafur satanların yapabileceği bir şey değildir.

Bir romana, edebi bir yapıta onun ölçüleriyle bakmak gerekir. Bunu da yapacak kişiler, ne magazin yazarları ne de adı yazara çıkmış ‘gazeteci-yazar’lardır.

Ama ne yapalım ki; göç geri dönünce topallar önde gidiyor! Bugünkü görünüm bu.

‘Ben kendi kitabımın tanrısıyım!’

Gerçekçi tanrı, kullarının arasından birini seçer mi, bilmiyorum. Ben de kahramanlarımdan birini kayırırsam kurmaya çalıştığım kâinatı bozarım.

Ahmet Altan, tarihsel bir dönemi romanına fon olarak aldığı Yalnızlığın Özel Tarihi’nden sonra, beşinci romanı Kılıç Yarası Gibi’de de tarihe dönmüş, Abdülhamit’in son günlerini, İttihat Terakki’nin iktidara hazırlandığı süreci konu edinmişti. Bu eksende de tarihin ‘saklı’ yüzünden sıyrılıp gelen insan ilişkilerini irdeliyordu. İsyan Günlerinde Aşk romanında ise, aynı sürecin yaşandığı ortama dönerek, “31 Mart Olayı”nı eksen alıp tarihsel dönemecin ışığında yaşanılanlara baktı. Altan’la İsyan Günlerinde Aşk’ın içerdiği anlamları konuştuk.

İsyan Günlerinde Aşk, geçmişe bakarken, bugüne göndermeleri olan bir roman... 31 Mart Ayaklanması ekseninde bir atmosfer çiziyorsunuz. Bir yerde de Hikmet Bey’e şunları söyletiyorsunuz: “Hakiki hürriyetin bizim geleneklerimizle çatıştığından da şüphe etmeye başladım. Sanırım, o yüzden hadiseler beni eskisi kadar heyecanlandırmıyor. Galiba ben Fransız İhtilali gibi bir Osmanlı ihtilali hayal etmişim. Tarihi dikkatle okumamışım, burası ihtilallerin değil isyanların toprağı.”

Kahramanlarımın hepsiyle aynı görüşte olamam. Birbirleriyle çok zıt, çelişen fikirlere sahip kahramanlarım var. O sözlerin, diyalogların hepsini sahiplenemem. Ama bu söylenende, bence bir doğruluk payı var. Bu toprakta gerçekten özgürlük olmuyor. Padişahlar gidip geliyor. Ama hâlâ özgür değiliz.

Bu toprakta yetiştim

Aydına, askere, İttihatçılara, yönetime bakışınız romanınızı, yer yer tezli roman kılıyor. Romancı kendi tarih savını kaçınılmaz olarak bakış açısına ağdırır mı?

Romancı için bundan kurtuluşun yolu vardır: Kahramanların... Romancı olarak bir tezin karşısına aynı ağırlıkta ciddi ve önemli karşı tezin görüşlerini kahramanlarınla koyabilirsen; iki görüşü temsil eden kahramanların varsa, bunlarda sahici ise onların tartışmasına gerçekten karışmıyor, dürüst ve tarafsız olarak kalabiliyorsan romanın tezli roman olmaz.

Roman, insanı tek boyutlu anlatmaz. Yetiştiği ortam, atmosfer tümüyle o bütünlük içinde var olabilir. Sizin, giderek de varmak istediğiniz çizgi biraz da bu...

Şimdi bu çok da bilinçli yapılması gereken bir şey değil. Bunu yazan adam da bu toprakta yetişti. Yani ben bu toprağı taklit edemem. Kendim gibi yazdığım zaman ancak bu toprağın bütün özelliklerini taşır, yazdığım roman. Çünkü ben bu toprakta büyümüş bir ağacım! Yani benim meyvemde bu toprağın kokusu var kaçınılmaz olarak... Buranın suyu ile büyümüşüm, burayı taklit etmeye çalışamam ki; zaten beceremem de. Buranın bir parçasıyım. Anlatma tarzım kaçınılmaz biçimde buranın bir parçası olacak.

Hayat yaratıyorum

Bir yanıyla resmi ideolojiyi, öte yanıyla da karşınızdaki görüşleri yansıtıyorsunuz... Romancı burada hakem durumunda sanki?

Doğrusu ben yanlı olmaktan korkarım. Yanlılık, yazıyı sakatlar. Gerçekten uzaklaşırsın. Kahramanlarından birini kayırırsan olmaz. Ben, kendi kitabımın tanrısıyım. Ve Tanrı kadar iyi, Tanrı kadar da kötü olmak zorundayım. Ve gerçekçi Tanrı, kullarının arasında birini seçer mi, bilmiyorum. Ama hiç zannetmiyorum! Ben de seçemem; eğer kitabımdaki kahramanlarımdan birini kayırırsam, taraf olursam, o Tanrısal düzenimi, kurmaya çalıştığım kâinatı bozarım.

O zaman da romanın dengesi bozulur, boyutsuzlaşır, düzleşir, derinliğini kaybeder. O andan itibaren sen kendine göre biçim vermeye çalışırsın.

Ben bir kişiyim, o kadar enteresan değilim. Halbuki romanda çoğalmak istiyorum, çok insanım olsun, bir hayat olsun istiyorum. Okuyucuların arasına girebileceği bir hayat yaratmak istiyorum.

Camiden çok meyhane var

İsyan Günlerinde Aşk’taki dinle, inançla, Müslümanlıkla ilgili bölümlerin bugüne ciddi iletisi var.

Bir örnek vereyim: Cumhuriyet tarihinde karikatürlerde, dinle ilişkili herkes takkeli, sakallı gericiler olarak çizilir. Neden? Çünkü bizim tarihimizde dindar tipini belirleyen “31 Mart Ayaklanması”dır; prototipi de Derviş Vahdeti’dir. Peki, bu ülkenin hiç mi hoşgörülü mümini yok? “31 Mart Ayaklanması”na karşı çıkan din adamları vardı. Neden karikatürümüze, sanatımıza, tarihimize o din adamları yansımadı? Niye biz inatla onları böyle çizdik? Niye İttihatçılar o din adamlarının değil, Derviş Vahdeti’nin altını çizdiler, onu yaşattılar? Kendi iktidarlarını sürdürebilmek, meşru kılabilmek için, o düşmana ihtiyaçları vardı da ondan...

Sizi, din-siyaset ilişkisini irdelemeye iten duygu neydi?

Din çok ilgimi çeken bir konu. Bir romancının dinle ilgilenmemesi de mümkün gözükmüyor bana. Bizim Türk romanında din boyutu biraz eksiktir. Bu da eski alışkanlıkların yarattığı korkudan geliyor. Ama Batı romanında, din motifi çok kuvvetlidir. Bir kere oradaki romancılar dinlerini bilirler. Biz dinimizi pek bilmeyiz. Halbuki ben, dini toplumsal kültürün önemli bir parçası olarak kabul ediyorum. Bir toplumun dini, dinine bakışı ve dinle ilişkisi çok belirleyici bir öğedir. Türkiye’nin kendi dini ilişkilerinde çok ciddi bir sancısı ve vicdan azabı var. Çünkü din konusunda dindarlar da, dindarlarla mesafeli olanlar da çok dürüst davranmıyorlar. Sadece bu toprağa özgü bir Müslümanlık anlayışı var, ama bu çok açıkça söylenmiyor. Bizde insanlar Allah’a inanırlar ama çok da ibadetten hoşlanmazlar. Meyhane sayısı çok büyük bir ihtimalle cami sayısından fazladır. Biz böyleyiz. ‘Allah’a inanıyoruz ama böyle yaşıyoruz’ diyemediğimiz için, dini açıdan bir vicdan azabımız ve sonunda kaçınılmaz olarak dine çok tepkisel tavırlarımız oluyor.

Dinden korkuyoruz

Dindarlar, başka türlü bir din anlayışı olduğu söylemeyi yasaklıyor. İktidarlar ve askerler ise dinin bir kültür motifi olduğunu, insanlarda ve toplumda o ahlakı sağlamlaştıracak bir öğe olduğu gerçeğini inkâr ediyor. Biz, dini, gerçek anlamda kucaklayıp, onunla barışamıyoruz. Bunu hem dindarlar, hem de iktidarla askerler engelliyor. Ve bundan dolayı bu konudaki sancı hiç bitmiyor! Din konusunda yüzyıl önce bu toplum nasıl bir sancı çekiyorsa, bugün de aynı sancıyı çekiyor. Hâlâ dininden korkuyor. Barışsak bu kadar korkulacak bir şey olmadığını göreceğiz, rahatlayacağız. Bu insanların vicdanı rahatlayacak, özgürleşecekler ve din, onların hayatında, onları sıkan, denetleyen bir bela sesi olmaktan çıkıp, onları rahatlatan bir hale gelecek.

Dinin gerçekten rahatlatan, huzur veren bir yanı vardır üstelik. Bunu dine inanmayan bir insan olarak söylüyorum. Büyük acılar karşısında, ölüm karşısında inançlı bir adamın, dayanma gücü tevekkülü, inançlı olmayan birine göre çok daha fazla huzur vericidir. Biz büyük acılar karşısında, inanmış birinden daha acı çekeriz zannediyorum. Çünkü o acıyı tek başımıza taşımak zorundayız. İnanan biri bunu Allah’ı ile paylaşıyor.

Kadını en iyi erkek yazarlar anlatır

Bir başka boyut da kadın-erkek ilişkisine bakışınız. Hangi koşullarda olursa olsun bunun değişmeyen, insanî boyutunu gösterirsiniz.

Çağdaşlaşma dediğimiz şey aslında, edebiyatta olduğu gibi, kadının dünyasında da çok önemli. Bir toplumu çağdaşlaştıran, erkekler değildir. Bir toplumun çağdaş olup olmadığını kadınların yaşama biçimine bakarak anlarsınız.

Her toplumda iktidar vardır, ama bazılarında muhalefet yoktur. Kadın-erkek, Paris’te de, İran’da da, Afganistan’da da var. Ama bu toplumların çağdaş olup olmadığını belirleyen şey kadının toplum içindeki rolü ve yaşama biçimidir. Bir toplumu en iyi gösteren ayna, kadındır.

Öte yandan kitaplarda kadınları en iyi anlatan yazarlar ise, erkek yazarlardır. Anna Karenina’yı, Madam Bovary’yi düşünün. Ama erkeklerin aleyhine yazanlar da gene erkek yazarlardır.

‘İsyan Günlerinde Aşk’tan ...

“Cevat Bey, karşılaştığı eski dostlarıyla selamlaşarak Talat Bey’in odasına doğru giderken, İstanbul’da teşkilata birlikte girdikleri arkadaşlarından Binbaşı Necip Bey’e rastladı; iki yoldan kucaklaştıktan sonra Cevat Bey, trenden indiğinden beri güvendiği birine sormak istediği soruyu sordu:

-Ne oluyor?

-Ne olacak, mollalar bizim askerleri tahrik edip ayaklandırmış.

-İstanbul ne durumda?

-İsyancıların elinde.

-Padişah ne yapıyor?

-O sanki karışmıyormuş gibi duruyor ama melanetin başı o... Ama bu sefer onun işini bitireceğiz.

-Ne yapmaya karar verdiniz?

-Üçüncü Ordu’dan, İkinci Ordu’dan ve Birinci Ordu’nun İstanbul dışında kalan birliklerinden yirmi taburluk bir ordu hazırlandı, ayrıca on süvari birliğiyle dokuz da topçu bataryası var. Başına da şimdilik Selanik Redif Fırkası Komutanı Hüsnü Paşa’yı geçirdik, Kurmay Başkanlığı’na da Mustafa Kemal Bey geldi... Sivillerden de gönüllüler kaydediyoruz, yani sadece askeri bir birlik olmayacak, sivillerle birlikte bir halk ordusu olacak... Şimdilik aramızda kalsın ama ordu İstanbul önüne gelince Mahmut Şevket Paşa’yı göndereceğiz kumandan olarak, o daha serttir, ayaklanmayı bastırmakta daha iyi vazife yapar diye düşünüldü ama şimdilik Padişah’a niyetimizi sezdirmeyelim diyoruz...

Cevat Bey, teşkilatın kararlılığını ve hızını takdir etmişti.

-Doğrusu her şeyi çok süratli halletmişsiniz, bravo... Ben endişeliydim biraz buraya gelirken ama şimdi içim rahatladı... Enver Bey’le görüştünüz mü?

-Tabii... Talat Bey kendisiyle telgraf vasıtasıyla sık sık temas ediyor... Zaten o da yola çıktı ama herhalde artık orduya İstanbul önünde yetişir... Şu anda her şey hazır, merkez daha önceden olabilecekleri tahmin edip tedbirini almıştı.

Cevat Bey sorduğu sorunun cevabını bilen biri gibi sordu:

-Mustafa Kemal Bey’in Kurmay Başkanı olmasına ne dedi Enver Bey?

Enver Bey’in, Mustafa Kemal Bey’i gizli gizli kıskandığını bilen bütün İttihatçılar gibi Necip Bey de alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi:

-Bir şey demedi herhalde ama geldiğinde bir tertip düşünür.” (s. 302-303, Everest Yayınları, 2013)