Tanpınar’ın ‘Mahur Beste’si
Konu Abdülhamit döneminde geçiyor ama kişiler her zaman diliminin ürünü olabilir
Ataol BehramoğluOkuduğum kitapların son sayfalarına genellikle, okumayı bitirdiğim tarihi yazarım. “Mahur Beste”ye bunu yapmamışım. Fakat Tanpınar’ın romanlarını ve öykülerini 1983 yazında Büyükada’da okuduğumu anımsıyorum.
Buna karşılık, Eskişehir’deki kitaplığa gönderilmek üzere ayırmakta olduğum bir parti kitabı daha gözden geçirirken “Mahur Beste”de çok sayıda sayfada satır altlarını kurşun kalemle çizmiş ve notlar almış olduğumu gördüm.
Bunları gözden geçirirken de kitabı yeni baştan, kimi bölümleri anımsayarak, kimi bölümleri ilk kez okuyormuşçasına, bir kez daha ve mutlulukla okudum...
Konu Abdülhamit döneminde geçiyor. Fakat belgesel bir tarih romanı değil bu. Olay örgüsünün arka planı dönemle bağlantılı kuşkusuz. Fakat öykü ve kişilikler her dönemle, her zaman diliminin ürünü olabilir. İlk satırdaki adlandırmayla “Behçet Beyefendi, merhum zevcesi Atiye Hanımefendi” ve sonraki sayfalarda karşılaşacağımız roman kahramanları, yaşadıkları zamanın ürünü olsalar da roman kahramanı olarak o zamana sıkışmış değiller. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romancı olarak önemi de sanırım öncelikle bunu başarmış olmasındadır.
Zaman demişken, ünlü şiirinde “ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diyen şairin zaman konusunda duyarlılığını biliyoruz... Bu romanında da bu duyarlılığın izleri görülüyor... Romanın bence en ilginç kişisi kazasker İsmail Molla’nın sözleriyle “...esas olan zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyva ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi”... Bu ilginç benzetmeyle dile getirilen düşünceyi daha açık dile getirilen bir yaşam felsefesi izlemektedir: “Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti...”
Yukarıdaki satırlar “Behçet Bey’in Evlilik Yılları” başlıklı bölümde geçiyor. İsmail Molla, Behçet Beyin babasıdır. Romanın gerçekten zarif (ve bahtsız) kadın kahramanı, “kızı gibi sevdiği” Atiye’ye ilişkin olarak düşünüyor bunları...
Kitabı yıllar önceki okuyuşumda ilgimi en çok çeken, sayfa altlarındaki çizgilerle yandaki notlarımın neredeyse karalama defterine dönüştürdüğü “Garip Bir İhtilalci” başlıklı bölüm olmuş...
“Garip İhtilalci”, romanın en ilginç denebilecek kişiliği Sabri Hoca’dır.
Bu hem içe hem dışa dönük, hem münzevi hem serüvenci, gerçekten garip adam, sonsuzca karamsardır... Ona göre, her toplumun, her uygarlığın yazgısını belirleyen şey, aşılabilecek geçici koşulların ötesinde, daha derinde, aşılması olanaksız bir duvarın varlığıdır. Bu, her uygarlığın bireylere bir miras gibi aşıladığı, toplumsal bir içgüdü gibi babadan oğula süregelen, değiştirilmesi çok güç, binbir biçime girerek her adımda yine karşımıza çıkacak olan bir zihniyettir...
Sabri Hoca, sorunun hanedanda, hükümet şeklinde, anayasa değişikliği ya da Abdülhamit’in baskı yönetiminde değil, daha derinde olduğunu düşünüyor. Onun sözleriyle “Daha derine inmemiz lazım (...) bize lazım olan gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir. (...) Bütün cemiyet hayatı zihniyet etrafında döner. İnsanı yeni baştan, yeni esaslarla kurmamız lazım; yeni kıymetlerle yaşayan bir insan. Halbuki bu imkânsız”.
Tartışma “şark” (doğu) sorunu üzerinde ilerliyor. Burada ayrıntıya giremeyiz. Fakat yıllar önceki okuyuşumda aldığım notu tekrarlayacak olursam, Sabri Hoca’nın bu olanaksızlığı açıklamak için söylediği “Bir zihniyet ya tam değişir, ya değişmez” sözünde doğruluk payı olsa da, devamla dile getirdiği “Saraydan köylü kulübesine kadar, şark son sözünü söylemedikçe, hür olamayız, yaşadığımız zamana sahip olamayız” vb. düşünceleri bence yeterince açık değil. “Şark yok, şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.” cümlelerinin yanına ise “Neyi?” diye bir not düşmüşüm... Yani neyi ve niye unutmalıyız? Bence açık değil...
Tartışmanın öteki yanını oluşturan İsmail Molla’nın, “adeta istemeye istemeye söze başlayarak” dile getirdiği düşüncelerini ise yazının sınırları içinde ancak özetleyerek burada paylaşabilirim:
“Ben şarka bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim; bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, şarklılık mıdır, Türklük müdür bilmiyorum. (...) bence ne şark, ne garp, ne şu, ne bu vardır. Etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır. (...) bizim şark, Müslümanlık, şu bu diye tebcil ettiğimiz (yücelttiğimiz) şeyler, bu topraklarda kendi hayatlarımızla yarattığımız şekillerdir.”
Sabri Hoca’nın “Dikkat et, halis Müslüman gibi düşünmüyorsun” uyarısını ise şöyle yanıtlıyor:
“Bilakis, tam bir Müslüman gibi düşünüyorum fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de (...) bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi. (...) Bu MüslümanlıktaTekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itrî bestesinin, Kandilli yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır (...) Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır. Fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan, mânalarını yapan, bütün bir hayat vardır, halk vardır.”
Tartışmanın başlarında Sabri Hoca “şark ölmüştür” dediğinde , orada bulunan genç Aliye’nin zihninden bütün bir İstanbul ve aynı zamanda da “kim billir, belki de ölmemiştir, bu kadar büyük bir şey ölemez...” düşüncesi geçiyordu...
Ve, romancının sözleriyle “Kalbi o zamana kadar duymadığı garip bir ocak duygusuyla, garip bir izzetinefis acısıyla burkuluyordu. Bu ölümü kabul etmek güçtü. Bu her şeyden vazgeçmek, her şeyden pişman olmaktı.”
“Mahur Beste”yi bütün okurlarıma, dikkatle, önemle okumalarını, ya da benim gibi çok öncelerde okumuşlarsa şu günlerde bir daha okumalarını öneririm.