Taner Timur'dan “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı”
Taner Timur “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı”nda, tarih boyunca İslam düşüncesi çevresindeki tartışmaları çözümlüyor.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki
gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr
Taner Timur yeni incelemesi “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı”nda, geniş ve hayli tartışmalı bir evrenin çözümlemesini yapıyor.
İslam tarihindeki kırılma, makas değişimleri ve dönüşümlerde başı çeken figürler ve yaşamları, geçiş dönemlerinin arka planı, geleneksel altyapıların yarattığı sosyolojik ve kültürel refleksler, günümüze değin uzanan bu reflekslerin sonuçları... Batı’da ve Doğu’da uyanış dönemleri ve liderleri, Türk Devrimi örneği, saltanat ve hilafet, din ve devlet ayrımı, sorunsalı… Önce felsefi sonra sosyal bir zafer kazanan ve hukuki garantisine ancak 1905 Kanunu ile kavuşan Fransız laikliğinin, Türkiye’deki tezahürü… Bugün Türkiye’de din ve laiklik tartışmalarının hâlâ sömürüye açık olarak belli bir “hayat tarzı” etrafında cereyan etmesinin nedeni…
Timur’un tüm bu bağlamlarda büyük bir kısmı ilk kez yayımlanan yazıları kitabında İslam, akılcılık, toplumsal devrim ve karşıdevrim sorunsalları bağlamında bütünleşiyor ve dört bölümden oluşuyor.
Taner Timur ile “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı”nı konuştuk.
“TARTIŞMALARA KAYITSIZ KALAMAZDIM”
- “İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı” adlı kitabınızda; İslam’da reform sorunu; İslam tarihinde kırılma, değişim ve dönüşümlerde başı çeken figürler ve yaşamları; geleneksel altyapıların çöküşü; kapitalizm, sömürgecilik ve Doğu’da uyanış dönemleri; Türk Devrimi örneği; saltanat ve hilafet, din ve devlet ayrımı çözümlediğiniz başlıca konular... Bu bağlamlarda, kronolojik bir izlekte bütünlenen makalelerinizin yol haritasını anlatır mısınız?
- AKP iktidarı ile din, toplum ve siyaset tartışmaları gündemin ilk sırasına oturdu. Ülkenin geleceğiyle ilgili hiçbir vatandaş bu tartışmalara kayıtsız kalamazdı. Toplum ve siyaset bilimcilere ise adeta özel bir görev düşüyordu. Ben de bu düşünceyle geçtiğimiz yıllarda bazı makaleler yazmıştım. Yeni okumalar yaptım, bunlara daha ayrıntılı makaleler ekledim ve bu kitap ortaya çıktı.
Kitabım genel nitelikte bir giriş ve tarihi sırada birbirini izleyen dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde İslam’ın doğuş koşullarını -bu alandaki en güvenilir kaynaklara dayanarak- ele aldım. Tarım ve ticaretteki atılımlarla nasıl bir kültürel devrime dönüştüğünü anlatmaya çalıştım.
Eski Yunanca’dan çevirilerle özümlenen antik felsefe bu konuda belirleyici olmuştu. Bu kültürel devrim Abbasiler döneminde siyasal bir devrime de yol açmış ve Halife Memun döneminde Kuran’ı “Allah’ın halk edilmiş sözü” kabul ederek tarihselleştiren Mutezile akımı iktidar olmuştu.
Bizden 1200 yıl kadar önce gerçekleşmiş olan bu devrim günümüzde hâlâ tartışma konusudur ve Muhammed İkbal, Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun gibi Müslüman düşünürler tarafından övülmüştür. 150 yıl kadar önce de Ernest Renan bunu Hıristiyanlıktaki protestan devrime benzetiyordu. Yani İslami anlayışta Luther’den yaklaşık 700 yıl kadar önce gerçekleşen devrimi..
- Bu akım sonra nasıl gelişti? Ne gibi sonuçlar verdi?
- Bu akım uzun süreli olmadı; bir nesil sonra Halife Mütevekkil tarafından şiddetle bastırıldı ve giderek “içtihat kapısı kapandı”. Böylece Arapça “yenilik” anlamına gelen “bi’dat” sözcüğü de tutucu çevrelerde giderek “yasak” anlamına gelmeye başladı.
DİNDE REFORM!
- İslam tarihinde hep sözü edilen bu “içtihat kapısının kapanması” olayı nedir? Bunu biraz açar mısınız?
- Aslında bu “kapanış” bir süreçti ve tabii buna belli bir tarih verilemez. “Yasakçılık” anlamında “bi’dat”çılık, dinin çeşitli alanlarında ortak bir tavır olarak ortaya çıktı. Bunlar hukuk (fıkıh); kelam (ilahiyat) ve tasavvuf (mistik duygular ve zühd) alanlarıydı. Aralarında şiddetli kavgalar da olmuştur.
Her kolun günümüzde de temsilcisi olan simgesel isimleri vardır: “Fıkıh”ta İbn Hanbel; “Kelam”da Eşari; “Tasavvuf”ta İbn Hallac gibi.. Ortak noktaları, imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıdır.
Yani içtihatın kapanmasıyla akıl üç koldan yenilgiye uğramış, Ortaçağ karanlığı devam etmiştir. İbn Rüşd gibi felsefeyi savunan aydınlanma öncüleri ise İslam dünyasında muteber sayılmamış, Batı tarafından benimsenmiştir.
- Peki, bu durumda “dinde reform” fikri ve kavgaları yeniden ne zaman gündeme geldi?
- Dinde reform fikri feodal toplumdan kapitalizme; “cemaat”ten “millet”e ve “tebaa” anlayışından da “vatandaş” anlayışına geçilirken gündeme geldi. Batı’da Protestan akım bu koşullarda ortaya çıktı. İslam dünyası ise bu sürecin dışında kaldı. Geri kalmış olmasının ve büyük bir kısmının sömürge haline gelmesinin nedeni de buydu.
İslam’da “reform” fikri sömürge koşulları içinde ve bu durumdan kurtulma arayışları içinde doğdu. Batılı burjuva siyasetçi ve düşünürleri de buna karıştılar ve süreci yönlendirmeye çalıştılar.
İSLAM VE SÖMÜRGECİLER!
- Bu konuda Cemaleddin Afgani ve Seyit Ahmet Han örneklerini veriyorsunuz. Yöntemlerini özetler misiniz?
- Aslında bunlar teorik olarak birbirine zıt iki akımı temsil ediyordu. Afgani sömürgeciliğe karşı idi; fakat ününü de daha çok sömürgeciliği bir “uygarlık misyonu” olarak sunmaya çalışan Renan’la yaptığı “tartışma”ya borçluydu. Üç boyutlu ve yerine göre biri öne çıkan bir İslamcılık anlayışı vardı.
Mason olarak seküler yaşama açılan bir İslam anlayışını savunuyordu. “Milliyetçi” olarak bulunduğu ülkenin ulusal duygularına hitap ediyordu. “İslamcı” olarak da geniş İslam kültürü, hitabet gücü ve antik kılık kıyafetiyle insanları cezbediyordu.
Ne var ki sömürgecilikle savaşta halk kitlelerine dayanmayı değil de devlet adamlarına danışman olmayı seçtiği için başarılı olamadı; yer yer ajanlıkla suçlandı ve sonunda da Yıldız Sarayı’nda hazin koşullar içinde öldü. En değerli öğrencisi Muhammed Abduh’un öğretisi de bugün “Müslüman Kardeşler” bayrağı altında devam ediyor.
Hindistan’da Seyit Ahmet Han’a gelince, o halkının çaresizliği içinde sömürge yönetimiyle işbirliğine gitti. En büyük silahın eğitim olduğuna inanıyordu. Arkadaşları ile, 1875 yılında, “Aligarh Üniversitesi”ni (Muhammedan Anglo-OrientalCollege) bu inançla kurdu. Oysa bu “Müslüman Oxford”da derslere Kuran kıraatiyle başlanıyor, kız öğrenciler kuruma kabul edilmiyordu.
Yine de kurtuluş savaşına öncülük yapacak Hintli Müslümanların çoğu buradan mezun oldular. Fakat sonuca bakılırsa onların mirasçıları da bugün Müslüman Kardeşler’den çok farklı bir anlayışı temsil etmiyor. Her iki hareket de şeriat düzenini savunuyor ve laikliği şiddetle yadsıyor.
“OSMANLI’DA DEVRİMCİ BURJUVAZİ OLUŞMADI”
- Gelelim Osmanlı Devleti’ne.. Osmanlıların bu iki yoldan farklı bir yol izlediğini söylüyorsunuz. Nedir bu yol?
- Evet, Osmanlıların özel bir durumu vardı. Bir kere Osmanlı Devleti sömürge konumuna düşmedi. İktisadi bağımsızlığını kaybetmiş olsa da büyük devletler arasındaki rekabet, kendisine özgür bir alan ve manevra marjı sağlıyordu. İkincisi Osmanlılar Avrupa ile çok yönlü ve yoğun ilişkiler içindeydiler. Tarihimizde “ıslahat”, “modernleşme”, “batılılaşma” gibi adlar altında incelenen hareketler bu temelde başladı.
Bu “ıslahat” anlayışı birbirine rakip iki seçkin gurup yaratmıştı: Tanzimatçı paşalar ve Yeni Osmanlılar. Birinciler “otorite”yi, “mutlakiyet”i; ikinciler ise “özgürlüğü” temsil ediyorlardı. Laik ya da seküler düzen kimsenin programında yoktu. Hatta Yeni Osmanlılar yer yer Ali ve Fuat paşaları şeriattan sapmakla suçluyordu.
Yine de iki hareketi birleştiren bir nokta vardı: Her iki gurup da yönetici zümre içinde yer alıyor ve bu da aralarındaki kavgayı yumuşatıyordu. Çoğu kez sürgüne de “mutasarrıf” olarak gidiyorlardı. Osmanlı Devleti’nde devrimci bir burjuvazi oluşmadı. Kitabımda uzunca bir makalede yeni Osmanlıların en parlak temsilcisi olan Namık Kemal’i ele aldım.
- Namık Kemal’in laik cumhuriyeti hazırlayan fikir ortamına katkısı ne olmuştur?
- Namık Kemal aslında İngiliz tipi evrimci bir düşünce yapısına sahipti. Fakat “şeriat” ve “meşveret” anlayışı kuşku yaratıyor, tutucu çevrelerde “ihtilalci”likle suçlanıyordu. Bu kavram o tarihlerde en ağır suçlamaydı. Oysa “Hürriyet’in İlanı” (1908) ve canlı tartışmalar durumu değiştirdi. “İhtilalci” suçlaması devam etse de, ona karşı -ve bu kez olumlu anlamda- “inkılâp” sözcüğü ağır basmaya başladı; hatta giderek “ihtilal” sözcüğünün yerini aldı! Sonra Büyük Savaş, yenilgi, İzmir’in işgali ve ölüm kalım savaşı..
Zaferden sonra müttefikler Lozan’a İstanbul Hükümeti temsilcisini de çağırınca, Kurtuluş Cephesine artık tek yol kalmıştı: “İnkılap”, yani Devrim! Bu koşullarda önce Hilafet ile saltanat ayrılarak, saltanat kaldırıldı; sonra da -Halife Abdülmecid bu arada “Sultan” gibi davranışlar içine girince- Hilafet lağvedildi.
Zaten Mustafa Kemal Paşa derin bir sezgiyle buna hazırlanmış ve zaferden sonra Meclis’te bu yönde çok önemli bir konuşma (30 Ekim 1922) yapmıştı. Konuşmasında ilk dört halife dönemine kadar uzanıyor, örnekler vererek “Hilafet-Emaret” birliğinin “ilke” gereği değil, pratik zorunluluklarla doğduğunu açıklıyordu.
Ayrıca bu birliğin tarihte nelere mal olduğunu da anlatıyordu. Yani açıkça din-devlet ayrımını, laikliği savunuyordu. O günkü şartlarda bunun tek yolu da devrimci yöntemdi. Bugün hala laiklik zorla, tepeden inme yöntemlerle empoze edildi diye Devrim’i karalayanlar, bunun almaşığının şeriat düzeninde ve karanlık çağda kalmak olduğunu görmek istemiyorlar.
Namık Kemal daha 1868’de, Hürriyet’de, “Cumhur”u “halkın hâkimiyet hakkı” olarak tanımlıyor ve “o hakkı dünyada kim inkâr edebilir?” diyordu. Ona göre Osmanlı Devleti’nde, o tarihte, “icrası mümkün olmasa da, hak, batıl olmuş demek değildi”.
Mustafa Kemal Atatürk ise tam elli beş yıl sonra, 1923’te, “Cumhur artık bugün mümkün!” dedi ve cumhuriyeti ilan etti.
“ERDOĞAN, NECİP FAZIL’IN POLİTİKASINI UYGULADI”
- Peki, daha sonraki dönemde İslamcılığa önderlik yapmış Mehmet Akif ve Necip Fazıl için neler söyleyebiliriz?
- Bu iki yazardan biri Meşrutiyet, öbürü Cumhuriyet döneminde etkili oldu. Ortak tarafları da, farklı tarafları da bulunuyor. Ortak tarafları her ikisinin de laik cumhuriyete cephe almaları. Akif, cumhuriyet ilan edilince yurdu terk etti ve Mısırlı fellahların kanını emen Abbas Halim ailesinin himayesine sığındı.
- Bugün AKP’nin izlediği politikayı bu akımlar bağlamında değerlendirir misiniz?
- AKP din ve siyaset konusunda tabii ki Necip Fazıl’a özlem duyan bir politika izledi. Unutmayalım ki başlıca kurucuları (Erdoğan, Gül, Arınç vb) Büyük Doğu Hareketi içinde yetişmiş politikacılardı. İktidarda da Erdoğan, Necip Fazıl’ın gazetesinde uyguladığı politikayı uyguladı.
Önce geniş cephe kurarak ünlü ve laik zihniyetli bir sürü yazara (Şükrü Baban, Mustafa Şekip, Burhan Belge, Kazım Nami, Bedri Rahmi, Fikret Adil, Sait Faik vb) sütunlarını açtı; sonra da “Babıâli” adını verdiği anılarında bu “kof şöhretler”i nasıl kullandığını sinik bir dille anlattı.
AKP de iktidara her türlü akımı (liberaller, eski sosyalistler, Gülenciler, Kürt siyasetçiler) içeren bir “geniş cephe” ile geldi. Sonra da “kan uyuşmazlığı var” (!) dedikleri giderek tasfiye edildi ve son aşamada da yerleri MHP ile dolduruldu.
Bu bir bakıma eşyanın tabiatına da uygun oldu. Türkiye’de demokrasi ancak bu iki sağ-uç kanat yenilgiye uğradığı zaman zafer kazanmış olacaktır. Bu noktaya da hızla yaklaştığımız inancındayım.
İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı / Taner Timur / Yordam Kitap / 267 s.