Takıntılar ve Yaratıcılık
cumhuriyet.com.trAvrupa’da bir ülkede pisuvarlara sinek resmi yerleştirilmiş. İnsanlar tuvalet ihtiyaçlarını giderirken sineği hedefliyorlarmış. Karasinek öyle bir noktaya konmuş ki pisuvarlar ve çevre daha az kirleniyormuş; böylece temizlik için gereken deterjan ihtiyacı büyük ölçüde azalmış. Bu da milyonlarca liralık tasarruf sağlıyormuş.
İnsanların bu davranışını nasıl açıklamalı, nereye yerleştirmeli? Bilinçsizce yapılan ama sonuçları bakımından işyeri sahiplerine milyonlarca lira tasarruf sağlayan bu hareketin anlamı ne olabilir?
Ben bunu hayatta kalma ve ilerlememizi sağlayan genlerimizin bir tercihi olarak yorumluyorum.
Hedefe kilitlenme her zaman burada olduğu gibi muzipçe ortaya çıkmaz. İrade dışı ve bilinçsizce yapılan bu hareket kişilerin amaçları dışında yararlı bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Yaşamda bunun tersi durumlar da olabilir, büyük çabalar anlamsız ve sonuçsuz kalabilir.
Yaşam bir tercihler ve hedeflere ulaşma alanıdır. İrili ufaklı sonsuz sayıda olasılıktan istediklerimizi seçiyoruz. Tercihlerimizde bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olabiliyoruz. Seçimlerimizden kimilerini kısa sürede bırakma eğilimine girerken kimilerini tutkuyla sürdürüyoruz. Kendimize yol bulup ilerlerken seçimlerimiz ve bunlara ne denli sahip çıktığımız büyük önem taşıyor. Tüm bunların toplamı da yaşamımızı oluşturuyor.
Gazetelerdeki haberlere bakılırsa her gün yeni bir gen bulunuyor. Bir gün sigara içme geni, bir gün âşık olma geni ortaya çıkarılıyor. Genleri baskın olan kişilerin bu davranışlara alışması daha kolay oluyormuş. Tabii ki genlerimizde sigara, aşk gibi şifreler yok. Herhalde burada anlatılmak istenen bazı insanların bu alanlardaki tutkularının daha güçlü ortaya çıkması.
Bir kulvarda ısrar ve inatla yol almak bizi bazen üretkenlik ve yaratıcılığın doruklarına çıkarabilirken bazen de patolojik olarak nitelendirebileceğimiz noktalara savurabilir. Bu anormal yönelimin uç örnekleri obsesyon, takıntı ve saplantıdır. Yani tutkuyla isteme, konuya sıkı sarılma, inatla bir alana yönelme, hedef konusunda ısrarcı olma kişiyi olumlu noktaya yönlendirebileceği gibi, korkutucu dehlizlerin karanlık bölmelerine de itebilir. Aslında buradaki davranış biçimleri, tutumlar açısından birbirinden çok farklı değil, ancak sonuçları bakımından çok ayrı kutuplarda yer alıyor.
Hedefe kilitlenme ve azimli çaba sonucunda bir yapıt ortaya koymuşsak bu bizi yüceltiyor, yaratıcı kişi olarak tanımlanıyoruz. Ama tam aksine aynı noktada ısrarla duruyorsak, tekrarlarla belli düşünce ve inanç etrafında kısırdöngü içindeysek nevrotik olarak yaftalanıyoruz. Bunların aynı orijinden kaynaklandıklarının belirtilerinden biri de üretkenlik ve yaratıcılık gösteren kişilerde kimi zaman yoğun takıntı ve obsesyonların da bir arada bulunabilmesidir. Bilim bir gün mutlaka bu eğilimlerin biyolojik temellerini tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkaracaktır.
Özellikle sanatçılar duyarlı kişilikleriyle bunu tipik olarak yaşayan insanlar. Tarihe mal olmuş büyük yazar ve sanatçıları düşünelim. Birçoğunun yaşamöyküsü inanılmaz derecede karmaşık, normal insanlar için anlaşılması güç takıntı ve saplantılar girdabında sıkışıp kalmıştır. İntiharla sonuçlanan yaşamlar hiç de az değildir. Yapıtını ortaya koyduğu zaman dâhi olarak nitelendirilen sanatçı, bunalımlardan dolayı intiharla yaşamını sonlandırdığında hasta kişi oluveriyor.
İnsanlar böyledir de toplumlar çok mu farklıdır? Toplumlar da bireyler gibidir. Onlar da sağlıklı ya da sağlıksız olabilir. Kimi çocuksu, kimi olgundur. Kimi bazen üretken, bazen de takıntılıdır.
Bir toplumun bireylerinin aynı şeyleri düşünmesi, bir amaç etrafında birleşmesi her zaman normal olunduğunu göstermez. Tüm bir toplum da yanılabilir. Örnek mi? İkinci Dünya Savaşı’nın Hitler Almanyası’nı düşünün. Yahudileri toplama kamplarında denek hayvanı gibi kullanan, akıl almaz sofistike işkence yöntemleriyle öldüren zamanın Alman toplumu çok mu normaldi? O tarihte dünyaya hâkim olma gibi takıntılı bir idealin peşinde giden toplum, sonu hüsranla biten bir maceraya girmişti. Bugün ise o hastalıklı enerjinin, teknolojik gelişmenin doruklarında yeni başarılara dönüştüğünü görüyoruz.
Bize gelince, bana göre günümüz Türk toplumu çocuksu, olgunlaşmamış bir ruh halini yansıtıyor. Geleceği konusunda bir devlet politikası olmayan, farklı siyasal unsurların birbirine empati yapmadığı, toplumsal bir uzlaşı zemini yakalayamamış bir toplum.
Tarihten de biliyoruz ki böyle çocuk kalmış toplumlar, grupların kendi inanç ve takıntıları peşinde koştuğu, her kafadan farklı sesin çıktığı ama bunların bir ritim ve armoni oluşturmadığı kaotik toplumlardır. Bu tür toplumlar akıllarını başlarına almazlarsa olgun, gelişmiş ağabeylerinin gözetim ve denetimine girmeye mahkûm olurlar.
Öyleyse yapılması gereken, tüm kesimlerin takıntılarından kurtulması, korkmadan daha yaratıcı, bir arada yaşamayı kolaylaştırıcı yeni paradigmalar geliştirmesidir. Günümüz, aynı nakaratların tekrarlandığı değil, şairin de dillendirdiği gibi yeni şarkıların söylenme zamanıdır.