Tac Mahal baştacı

Geniş ve rahat koltuklu otobüsümüzle yola devam ediyoruz. Bizim köyden Ramazan Dayı hasta olunca meyveyi yer, karısına bağırırdı: “Kırıldın mı! Gel bu çekirdekleri ağzımdan al, çıkarmaya mecalim yok!” Böylece kendisini azizletirdi. Yan koltukta oturan Yunan komşumuz Dimitri gözlerini kapamış, Alman asıllı karısı Ursula ağzına meyve tıkıştırıyor.

Yücel Feyzioğlu

“Ursula çekirdekleri de ağzından çıkarıyor musun” diye soruyorum. “Wiesooo! (Neden)” diye irkiliyor. Ramazan Dayı’nın hikâyesini anlatıyorum. Gülmeye başlıyor. Dimitri de gözlerini açmadan yamuk yumuk gülerek: “Yahu bu Ramazan tam bizdenmiş” diyor. 

Yol uzun... Akasyalar ovalardan dağların zirvesine kadar yayılmış. Her yan yeşillik. Doğa insanlardan uzaklaştıkça güzelleşiyor, inci gibi parlıyor, toprak nefes alıp kendine geliyor. 

ÇÖLDE ŞÖLENLİ

Gece bastırmadan uzun bir yol kat edip gerçek çöle ulaşıyoruz. Deve arabalarına aktarıyorlar bizi. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra şölen yerindeyiz. Kumluk, hava dingin. Bizi rengârenk elbiseleriyle, Kalahariti Folklor Grubu’ndan Urdu kızları karşılıyor. Alnımıza Hint beni vurarak bir sahnenin çevresine yerleştirilmiş masalara davet ediyorlar. Karanlığın içinde misafir çadırları harika. Masalarda mumlar, tepelerde meşaleler yanıyor. Folklor gösterileri başlıyor.

Burası Urdular bölgesi. Urduca konuşuyorlar. Gazneli Mahmud, Hindistan alt kıtasını aldıktan sonra Türk askerlerinin buraya yerleşmesiyle birçok Türkçe kelime dile girmeye başlamış. Ekber Şah döneminde ise her halktan orduya asker girmiş. İnsanlar birbirini anlasın diye herkesten kelimeler alınmış, Türkçe, Hinduca, Sanskritçe, Farsça. Ona da Ordu dili, “Orduca” denmiş. Osmanlıca gibi. Orduca dönüşüme uğrayarak “Urduca” olmuş. Bugün Hindistan’ın bu bölgesiyle Pakistan’da 200 milyon insan Urduca konuşuyor. 

Türk dünyasının önemli tasavvuf klasikleri bu dilde yazılmış. Ben de masalları derlemek istiyorum. Rehberimiz: “Hemen masalcılar bulabiliriz” diyor. Özbek masalları içinde yayımladığım “Papağanın Öyküsü” masalının farklı bir varyantını, ayaküstü konuşmalarda buluyorum.

PAZARDA YEŞEREN AŞK

Soylu kadınlar her cuma imparatorluk bahçesinde pazar kuruyordu. Saray beyleri ve şehzadeler gönül eğlendirmek için alışverişe geliyorlardı. Şehzade Cihan Şah daha 16 yaşındaydı. O sabah ilk gelenlerden oldu. İlk gençlik heyecanı, ilk delikanlılık, kafasında sevda yelleri... Sergilerin üstü paha biçilmez eşyalar, takılar, en nadide Hint kumaşları ve yiyeceklerle doluydu. Sergilerin arkasında en renkli elbiseleriyle alımlı kadınlar... Keyifle dolaşmaya başladı Cihan Şah. Bir serginin üstünde kristal parçaları gördü. 

‘KANDIRDIM SENİ’

Güler yüzlü satıcıya fiyatını sordu. Yüzü ipek peçeyle örtülü muzip satıcı inanılmaz yüksek bir fiyat söyledi. Cihan Şah hiç pazarlık yapmadan, altınları saymaya başladı. Satıcı kız keyifle kıkırdarken peçesi kaydı, dünya güzeli bir yüz çıktı ortaya. İpek gibi bir cilt, iri gözler, uzun kirpikler... Âşık oldu Cihan Şah. Mümtaz Mahal’di (Ercümend Banu Begüm) o. 

“Ne gülüyorsun” diye sordu Cihan Şah.

“Kandırdım seni. O aldığın elmas değil ki, şeker kristali!” 

Cihan Şah durup yüzüne bakakaldı. Ne kadar hoş, ne kadar cesaretli bir kızdı. “Ben de seni kendime eş yapmazsam, görürsün sen!” dedi.

Banu Begüm’ün isteği de bu muydu, bilinmez ama yüzü kızardı, gözleri sevdayla parladı. O da 15 yaşındaydı daha. Nişanlandılar. Dört yıl sonra 1612’de görkemli bir düğün yapıldı... Ercümend Banu Begüm’ün adı Mümtaz Mahal oldu. 

19 yıl evli kaldılar. Öyle derin bir aşk yaşadılar ki, bir günleri bile ayrı geçmedi, savaşta ve barışta Mümtaz Mahal hep Cihan Şah’ın yanında yürüdü. O sadece bir eş değil, zeki bir danışman, yol gösteren, sevgisini esirgemeyen bilge bir kadın. İkisinin döneminde Babür İmparatorluğu incelikte, estetikte, zarafette zirveye tırmandı. Sanat ve edebiyat ve matematik gelişti. 

‘BİR ARZUN VAR MI?’

“Mimari eserlerde dünya hâlâ o kaliteye ulaşamıyor. Ülkenin bir ucundan bir ucuna saraylar, kitaplıklar, kaleler, medreseler, tapınaklar yaptırdı. Tarımın gelişmesi için kanallar açtırdı. İşte Yeni Delhi kalesi! İşte Agra sarayları. Her taşını, her rengini, her ayrıntısını o ikisi seçti” diye ekliyor rehberimiz. Hepsini gezdiriyor. 

“Cihan Şah dedeleri gibi her inançtan her görüşten insanlara eşit yakınlıkta durdu. İlle de savaşmak isteyenlere karşı ise bir şahin oldu. Burhanpur yakınında savaştaydılar. Kızı Gevher Banu’yu doğururken kan kaybından Mümtaz Mahal halsizleşti. 38 yaşına yeni girmişti. Genç kocası cepheden koşup çadıra geldi. Umut kalmadığını görünce önünde diz çöküp yaşlı gözlerle sordu. “Bir arzun var mı?” 

“Var” dedi Mümtaz Mahal. “Benden sonra başka kadından çocuk yapma ve aşkımızı dünyaya yayacak güzel bir mezar yaptır.” Gözlerinden süzülen aşkın son damlaları yanaklarında kristal parçaları gibi dondu kaldı. 

‘BEYAZ’ YAS

“Cihan Şah, iki yıl boyunca yas ilan etti. Müzik dinlemedi, pahalı elbise giymedi, parfüm kabul etmedi, takılarını kenara bıraktı, yaşayacak kadar yedi, hiçbir kadına bakmadı. Her gün ucuz beyaz elbiselerle eşinin mezarına gitti, güneş doğuncaya kadar onun başında bekledi, acısını dindiremedi. Saçları bembeyaz oldu.” 

Beyaz elbise hâlâ Hindistan’da yas elbisesi olarak giyiniliyor. Ben de Tac Mahal’e beyaz elbise ile gittim. İkisinin aşkı ile ilgili binlerce efsane, binlerce hikâye ve roman var. 

SEVDİCEĞİNİ İNCİTMESİN DİYE

Cihan Şah, Tac Mahal’in yapımını Yamuna Irmağı’nın kıyısında planladı. İnşaası 22 yıl sürdü. 225 km. uzaktan 1000 fille en değerli mermerler taşındı. 20 bin işçi, taş ustası, mimar, hattat çalıştı. Yüz binlerce sedef, akik, firuze taşları, safir, elmas, ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 inci duvarların içine yerleştirildi. Kubbeyi bitirebilmek için 4 km. uzaktan rampa kuruldu. Her metresini Cihan Şah’ın kendisi denetledi. Dört köşeye kurdurduğu dört minarenin dışa doğru eğik olmasını istedi ki, deprem olursa minareler içe devrilip Tac Mahal’i zedelemesin, sevdiceğini incitmesin.

CİHAN ŞAH’IN BÜYÜK ACISI

Tac Mahal’i gezdikten sonra Bollywood sanatçılarının hazırladığı “Cihan Şah ile Mümtaz Mahal” müzikaline gittik. Her koltuğa asılı kulaklıklar sayesinde çeşitli dilde müzikalin sözlerini dinleyebiliyorsunuz. Bütünü 3.5 saat sürüyormuş. Bizim için 80 dakikalık özet sunacaklar. Sahnesi, renkleri, giysileri, danslarıyla müzikal çok güzel. Ancak oyunculuk, senaryo, Cihan Şah ile Mümtaz Mahal’ı oynayanlar o kadar zayıf kalıyor ki. 

KIZI OLSUN İSTİYORDU

Cihan Şah kendinde devlet yönetecek gücü bulamıyordu. Büyük oğlu Dara Şikan’ı yerine getirmeyi düşünüyordu. Dara Şikan, dedesi Ekber Şah’ın “Bütün ırmaklar okyanusa akar” cümlesini başlık yaparak bir kitap yazmış, halk içinde saygınlık kazanmıştı. Ama naif bir insandı. Onun yerine sarayın baş sultanlığını yürüten büyük kızı Cihanara’nın şah olmasını düşündü. Kızları anneleri gibi zeki, eğitimli ve güzel insanlardı. Ama kendi ayarlarında erkek bulamadıkları için evlenememişlerdi. En küçük oğlu Alemgir Evrengzeb ise babasının “müsrif olduğunu, bütün devlet bütçesini Tac Mahal için boşa harcadığını, hazineyi iflas ettirdiğini” söylüyordu. 

1657 yılının karanlık bir gecesinde baskın yaparak ağabeyi Dara Şikan’ın kafasını kopardı, babasına gönderdi. Sarayın sularını kestirdi. Babasını sarayın sol kanadında küçük bir odaya kapatarak iktidarı eline aldı. Başka bölgelerde vali olan kardeşlerini de öldürttü. O ana kadar sürdürülen politikaları terk etti. Bütün Hindistan’ı Müslüman olmaya zorladı. Müslüman olmayanlara yeniden cizye vergisini koydu. Hindu tapınaklar yapılmasına izin vermedi, eski tapınakları yıktı. Şeriatı hâkim kılmaya çalıştı. 

Babası Cihan Şah ise kuru bir sandalyenin üstünde oturup 8 yıl boyunca ırmağın öteki yakasında yükselen Tac Mahal’e bakarak zamanını doldurdu. Büyük kızı Cihanara bakımını üstlendi. Bir sabah içeri giren nöbetçi Musa Buri, Cihan Şah’ı yine sandalyede oturur buldu. Tac Mahal’a bakarak son nefesini vermiş, gözleri açık kalmıştı. O da dededen kalan o paha biçilmez elması oğluna bırakmıştı. Mümtaz Mahal’in yanına defnedildi. 

Alemgir Evrengzeb Şah cenazeye bile gelmedi. 49 yıl iktidarda kalmasına rağmen eski birlik ve coşkuya bir daha dönülemedi. Ancak 89 yaşında ölmeden biraz önce hatasını anlayabildi. Şu ünlü sözleri o söyledi: “Bu dünyaya yalnız geldim, yabancı olarak da gidiyorum. Kimim ben, niçin bu dünyaya geldim, bilmiyorum. İktidar dönemim geriye sadece acılar yığını bırakıyor. Benden sonra kaos olacağını görüyorum...”

BÜYÜ BOZULMUŞTU

O da o ünlü elması kendinden sonra gelenlere bıraktı. Ama artık büyü bozulmuştu. Ardılları artık birliği sağlayamadı, imparatorluk kaos içine yuvarlandı, her geçen gün güç kaybetti, zayıfladı. En son İmparator Bahadır Zafer Şah’ın iktidarı ancak Yeni Delhi kalesinin içinde geçerli oldu. 1857 yılında İngilizler Hindistan’ı işgal ettiler ve İmparator Bahadır Zafer Şah’ı tutuklayıp Burma’da Rangun zindanlarına kapattılar. Yaşamı o zindanda sefil bir biçimde son buldu. Üç oğlunu da yakalayıp sorgusuz astılar. 332 yıl süren destan unutulmaz bir dramla perdelerini kapattı. 

Şimdi her giden turiste, ziyarete gelen her Hintliye o destanın sahneleri gösterilip hikâyeleri anlatılıyor. “Sadece Tac Mahal’in günlük ziyaretçisi 40 bin kişi” diyor rehberimiz. “Cuma günleri ziyaretçi kabul edilmiyor. Müslümanlar cuma namazını burada kılıyor.” 

Babür Şah’ın Hümayun Şah’a “al senin olsun”, dediği o elmasın hikâyesi ise çok dramatiktir. 

Bugün İngiltere Kraliçesi’nin tacının ön yüzündeki eşsiz elmas, kuşaktan kuşağa geçen işte o elmas...


BİTTİ