‘Stillwater’: Durgun suda kopan fırtına
Dün vizyona giren “Stillwater” başrolündeki Matt Damon’ın etkileyici performansıyla öne çıkan, katmanlı senaryosu ve ustalıklı rejisiyle dikkat çeken bir film.
Emrah Kolukısaİlk kez geçen temmuz ayında Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı olarak izleyiciyle buluşan “Durgun Su” (Stillwater) kariyerinin zirvesine 2 Oscar ödüllü (en iyi film ve en iyi orijinal senaryo) “Spotlight” ile çıkan senarist ve yönetmen Tom McCarthy’nin imzasını taşıyor.
“Stillwater” uzun sayılabilecek süresine (136 dk) rağmen izleyiciyi kavrayan anlatımı, dingin ama ustalıklı üslubuyla haftanın öne çıkan filmlerinden biri olacak gibi görünüyor.
ABD’nin Oklahoma eyaletine bağlı Stillwater kentinde başlayan film Matt Damon’ın canlandırdığı mavi yakalı Bill Baker’ın peşine takıyor izleyiciyi.
HİKÂYE BAŞLIYOR
İlk dakikaları biraz “Nomadland”i andıran “Stillwater” Amerika’nın yaralı ve fakir sınıflarına çeviriyor bakışını (Bill kasırgada yıkılan evlerin molozlarını temizliyor ve onunla birlikte yıkımı görüyoruz) ama çok kısa bir süre içinde, Bill’in uçağa atlayıp Fransa’nın güney kenti Marsilya’ya gitmesiyle hem manzara hem de atmosfer değişiyor.
Tam bu noktada uluslararası kıdemli bir casus olduğu anlaşılsa çok da şaşırmayız (öyle filmlerini çok gördük Damon’ın) ama bir hapishaneye girip de kendi kızıyla görüşmeye gittiğini anladığımızda önümüzde daha dramatik hatta belki trajik bir öykünün açılmaya başladığını fark ediyoruz. Asıl film de bu noktada başlıyor zaten.
Bill’in kızı Allison Baker (Abigail Breslin) üniversite eğitimi için gittiği Fransa’da sevgilisi Lina’yı öldürme suçuyla Marsilya’da hapse atılmış ve 10 yıllık cezasının yarısını da geride bırakmıştır.
Masumiyetini kanıtlayabilecek yeni bir gelişmenin ortaya çıkışıyla baba ve kızın tüm perspektifi değişecek ve Allison’ın avukatının katı rasyonel yaklaşımı yüzünden meseleyle ilgilenmemesi üzerine Bill kendisi bir araştırma başlatacaktır.
Bu noktada “Stillwater” bir suç filmine dönüşüyor haliyle ve bir müddet gerilim düzeyi yükselen temposu çok artmasa da bir çeşit dedektif hikâyesi gibi ilerliyor. Hiç Fransızca bilmeyen Bill’in en büyük yardımcısıysa bir gece tesadüfen otelde tanıştığı tiyatro oyuncusu Virginie (orijinal “Menajerimi Ara” dizisinden tanıdığımız Camille Cottin) ile 8 yaşındaki küçük kızı Maya oluyor.
Bu noktada uzaktan uzağa Amanda Knox vakasını (İtalya’da cinayetle suçlanan Amerikalı öğrenci Knox’ın gerçek hikâyesi zamanında çok konuşulmuştu) çağrıştıran konu inişli çıkışlı seyriyle bir yandan suç filmi kalıpları içinde kalmaya devam etse de bir diğer kanaldan sağlam bir karakter çalışması olarak ilerliyor ve ırkçılıktan aileye, yalan söylemekten sadakate ahlaki değerlerin yeniden sınandığı incelikli bir dramaya evriliyor.
Kültürel çatışmalarla (en kabasından Amerikalı-Avrupalı karşıtlığı vb.) şekillenen farkındalık anları ise senaryoda ayrıntıların ne kadar özenle ele alındığına dair bir gösterge olarak not edilmeli kanımca.
MATT DAMON’DAN BİRİNCİ SINIF OYUNCULUK
Neredeyse tüm karakterlerin ahlaki ikilemlerle yüzleştiği “Stillwater” özellikle Matt Damon’ın son derece ölçülü performansı ve oyuncu kadrosunun birbirini kollayan takım oyunu sayesinde duygusal yükü ağırlaşan fakat trajik bir sona ilerlemektense karakterlerin dönüştüğü ama mesajını izleyicinin gözüne sokmayan dengeli bir drama olarak bütünleniyor.
Filmin özellikle son sahnesinde Matt Damon kariyerinin belki de en iyi anlarından birini sergiliyor. Tom McCarthy’nin filmi belki hayatınızın unutulmazları arasına girmeyecek ama katman katman açılan, her evrede farklı bir yönünü öne süren “Stillwater” şüphesiz insana dair zihninizde uyandırdığı küçük soru işaretleriyle en azından bu yılın iz bırakan yapımları arasına girecektir diye düşünüyorum.
FİLMİN NOTU: 8/10