‘Sözde kolaydı ama hiç kolay olmadı'

Yurtlarından göç ettirilen Türk ve Yunan mübadillerin anıları torunlarında yaşıyor. Stavros Yolcuoğlu, iki yıl önce nene ve dedesinin doğduğu Samsun’a gitmiş. Yolcuoğlu, “Köyden toprak ve suyu aldım. Nenem ve dedemin Yunanistan’daki mezarlarına serptim. Onların canı rahat olsun diye” diyor.

Öznur Oğraş Çolak

Aynı acıları, hüzünleri ve hikâyeleri paylaşmış insanların cümleleri de aynı oluyormuş onu öğrendim. Stavros’un dediği gibi “Sözde çok kolaydı ama hiç kolay olmadı zorunlu göç” ya da ikinci kuşak mübadil Özen Tülin’in söylediği gibi: “Hep geri döneceklerini zannetmişler. Ama bu asla olmamış. Kavala’daki kültürlerini devam ettirmişler ama eskisi gibi olmamış...” Selanik mübadili Nurdan Tümbek Tekeoğlu’nun tanımlamasıyla, “Yani oradaki yaşam yarım kalmış, oradaki arkadaşlıklar, dostluklar, komşuluklar yarım kalmış ve dolayısıyla her şey yarım kalmış...” Evlerinin anahtarlarını komşularına vermişler, bağlarını, bahçelerini yine onlara emanet etmişler. Bir gün nasıl olsa geri döneriz ümidiyle çıkmışlar yola. Zorunlu olarak bıraktıkları topraklarına, onların deyimiyle vatanlarına bir daha geri dönememişler. Bazıları Yunanca öğrenememiş, bazıları ise Türkçeyi hiç konuşamamış. Ortak dilleri yaşadıkları acılar ve ağıtlar olmuş. Lozan Antlaşması’yla yaşadıkları topraklardan zorunlu olarak göç eden Türk ve Yunan mübadillerle buluştuk. Birinci kuşak artık aramızda olmadığından ikinci kuşak ve üçüncü kuşak mübadillerle ailelerinin göç zamanı yaşadıkları zorlukları konuştuk.

Kozani’ye uzun bir yolculuk

Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu Eğitim-Kültür Ataşesi Stavros Yolcuoğlu, üçüncü kuşak Samsun mübadili... “Dedem hep ‘Biz orada çok rahat yaşıyorduk. Savaş yaklaşınca çok kötü oldu’ diye söylerdi” diyen Yolcuoğlu’nun hikâyesi hüzünlü, bir o kadar da zorluklarla dolu... Yolcuoğlu ile İstanbul’daki ofisinde buluştuk. Ailesinin göç hikâyesini dinlemek istediğimi söylediğimde gülümsedi. Bu acı gülümsemenin altında, uzun bir hikâye saklıydı. “Bu durumlarda olduğu gibi çok kötü şeyler olmuş. İnsanlar anlatılmayacak kadar kötü şeyler yaşamışlar” diyen Yolcuoğlu’nun hikâyesi Samsun’un Asarcık köyünde başlıyor.

“Burada geçen zamanlar anlatıldığında çok güzel anılardan bahsedildiğini” söyleyen Yolcuoğlu, dedesinin “Türk komşularımız sayesinde hayattayız” dediğini belirtiyor. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’ndan sonra köylerini terk etmek zorunda kalan Yolcuoğlu ailesi, bir İtalyan gemisine bindirilmiş. “Sözde çok kolay olacaktı ama o kadar kolay olmadı bu yolculuk...” diyen Yolcuoğlu’nun dedesi o zamanlar 17 yaşındaymış ve gemiye binmeden bütün ailesini kaybetmiş. 15 yaşındaki nenesi ailesiyle binmiş gemiye ama o da yakın zamanda babasını kaybetmiş. Yolcuoğlu “Bir zaman geldi gemiye bindiler ve gidecekler ama nereye, yanlarında ne var, zaten ne taşıyabilirler ki? Zaten baskı altında, korku içinde herkes.

Onların üstündeki değerli eşyaları yolda, yerli insanlar, hatta makamlar bile zorla alıyormuş. Yüzük, küpe gibi şeyleri... Bizimkilerden almamışlar çünkü o kadar fakirmişler ki taşıyacak bir şeyleri yokmuş. Ama akrabaları var ve onlar bunu yaşamışlar. Hatta dayımın kayınpederinin ailesinden bir hikâye duydum...” Burada durup yutkunuyor, uzun bir sessizliğin ardından anlatsın diye kısık bir sesle “Evet” dedim. Yolcuoğlu, “Onlar çok acı şeyler yaşamışlar. Dilim varmaz. Neyse...” dedi ve devam etti. “İstanbul’dan geçip Yunanistan’a gidiyorlar ama nereye... Yunanistan’a gemi nereye gidiyorsa oraya gidiyorlar. Gemiye bindiklerinde dedem bekâr, nenem bekâr. Gemide ya da gittikleri yerde kötü bir şey yapılmasın diye evlendiriliyorlar.

O zaman çok kolay bir şey bir kıza, kadına kötü şeyler yapmak ama evlenirse belki olmaz. Birileri sahip çıkıyor o zaman. Bu rezalet olaylar her zaman erkeklerden oluyor. Bu şekilde Lefkada Adası’na varıyorlar ve oradan sonra Yunanistan’ın içerisine doğru bir yola, neden ya da kim talimat verdi ya da hangi zorunlulukla bilmiyorlar. Bizim Yunanlıların Makedonya’sında Kozani diye bir il var ve sanıyorum Türkçe ya da Osmanlıcada Karasu diye bir nehir de var orada bir köyde yerleştiriliyor bu insanlar” diyor.

Açlık ve ölümler...

Zorluklar peşlerini bırakmamış, uzun süre çadırda yaşamış Yolcuoğlu ailesi, açlık, sağlık sorunları derken, hastalıktan yakınlarını kaybetmişler. Orada yaşayan yerliler tarafından dışlanmış, ötekileştirilmiş hepsi. “Siz Yunan mısınız?” diye soruyor, “Evet” cevabından sonra “Neden Yunanca bilmiyorsunuz” diyorlarmış. Çünkü sadece Türkçe biliyorlarmış. Yolcuoğlu, “Özellikle annemin babası yani dedem derdi ki biz Karamanlıyız. Türkler diyor bunlar Türk idi, Hıristiyan oldu. Bizimkiler diyor ki hayır yüzde yüz Hıristiyandık ama Türkçe konuşuyoruz. Gittikleri yerin insanlarından çok kötü şeyler yaşadılar. İlk önce onlara tarla vermek istemediler. Sonra Yunanca bilmedikleri için ayrı zorluk çektiler, kiminle anlaşacak pazara gidecek konuşamıyor...” Yerleştikleri köyün yakınlarında bir kasaba varmış. Orada daha varlıklı insanların yaşadığını söyleyen Yolcuoğlu, “Nenem ağlayarak anlatırdı” diyor ve ekliyor, “Oraya dilenmeye giderlermiş. Nenem bizi uzaktan görünce kapılarını ve pencerelerini kapatıyorlardı derdi. Çok acı verici bir tutum. Bu şartlar içinde yaşamışlar, büyümüşler. Daha sonra Türklerden kalmış olan arazileri bölüyorlar. Herkese bir şeyler verdiler. Ama o dönem Lozan Antlaşması’nın yasaları çiğnenmeye başlanmış. Ne kadar varlığınız varsa gittiğiniz yerde de o kadar alacaksınız denmişti olmadı.

‘Evimizi hatırlıyorum, sıcaktı, güzeldi’

Bıraktıklarının karşılığı mal alamıyorlar tabii çünkü mümkün değildi, nasıl olacaktı bu hesaplama? Herkes istediğini söyler 10 dönüm değil 20 dönüm der. Şahit olacak şahitler para alıyor ve doğru diyor. Karmakarışık. Siyasi bir karar verildi 10 Haziran 1930’da... Devletler ellerinde zorunlu göç ile gidenlerden kalan malları kişiler arasında eşit bölüyor. Kredi vererek ev yaptırmışlar. Ben o evleri hatırlıyorum öyle bir evde doğmuşum. Hatırlıyorum bir özlem var içimde çok sıcaktı, çok güzeldi öyle hatırlıyorum” diyor. Yerli halkın hayvancılıkla uğraştığını söyleyen Yolcuoğlu, “Bizimkiler o toprakları cennet haline getirdiler. Hatırlıyorum. Bağlarımız vardı. Bahçelerimiz vardı. Tütünle de uğraştılar ve biz o şekilde büyüdük. Her evde kesinlikle inek, manda vardı, süt almak için...” diyor. Yolcuoğlu ailesi tam rahatlayacakları sırada 2. Dünya Savaşı çıkıyor. Yunanistan’ın da katıldığı savaşta korkunç ve sancılı yıllar başlıyor. Yolcuoğlu ailesinin kaderini belirleyecek bu savaş ve iç savaş sonrası yine hüzün ve acı... Yolcuoğlu’nun dedesi savaş sırasında kayboluyor, 7 çocuğu olan nenesi üç çocuğunu kaybetmiş. 18 yaşındaki oğlu Stavros da iç savaş sırasında dağlarda savaşı sürdüren gerillalar tarafından kaçırılıyor. Dayısının kayboluşundan yedi yıl sonra dünyaya gelen Stavros da dayısının adını taşıyor.

‘Babamı birkaç kez gördüm'

Yolcuoğlu, “Babam Almanya’ya işçi olarak gitti. Kısa bir süre sonra da annem gitti. Yaşlıların görevi ise torun bakmaktı. Birikim yapmışlar geri döndüler ama olmadı. Yine Almanya’ya gittiler, bu sefer annem giderken kız kardeşlerimi de götürdü. Ben kaldım çünkü çok başarılı bir öğrenciydim ve öğretmenlerim götürmeyin dedi. 1972’de Noel Bayramı’nda ailemin yanına Almanya’ya gittim onları görmeye. Sonra bir daha ikisi de canlı olarak dönmediler. 51 yaşında annem, 56 yaşında babam öldü” diyor. Yolcuoğlu’nun uzun yolculuğunu Samsun’da noktalamak gerekirse... İki çocuğu olan Stavros Yolcuoğlu, eşini ve çocuklarını alıp iki yıl önce nene ve dedesinin doğdukları, yaşadıkları topraklara gitmiş. Köylülerin yardımıyla tarlalarını ve şu an yerinde başka bir ev olan topraklarını bulmuş. Bir poşetin içine toprak ve kaynak suyu almış. Yunanistan’daki köyüne gidip toprağı ve suyu serpmiş dedesinin nenesinin mezarına... “Onların canı rahat olsun diye”...

 

 

Samsun’da yeni hayat...

Özen Tüzün, mübadil bir ailenin 2’nci kuşak çocuğu... Annesi, babası, ablası hatta zorunlu göç sırasında gemide doğan ağabeyi bile birinci kuşak mübadil. Tüzün 77 yaşında. Tatlı dilli, güler yüzlü Tülin’in evinde hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Evinin duvarına babası ve annesinin Kavala zamanından kalma nüfus cüzdanlarını çerçeveletip resimleriyle birlikte asmış Tüzün. Altında yine çerçeve içinde el işlemeli bir mektup ve iki evlilik yüzüğü asılı duruyor. Babasının annesine yazdığı mektubun zarfı ve yüzüklerin de anne ve babasına ait olduğunu söylüyor Tüzün. Ailesinden kalan eşyaları özenle korumuş. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelirlerken verilen, eski Yunanca yazılı belge bile duruyor, anneannesinden kalma aile fotoğraflarının bulunduğu albüm ve diğer tarihi belgeler gibi... “Onlar tabii hayatta değiller” diye söze başlıyor Tüzün, “Annemi gerçi 101 yaşında kaybettik epey uzun yaşadı; onlardan çok dinledim mübadele ile ilgili hikâyeleri. Kökenimiz Kavala... Kavala’da şehir merkezinde oturmuşlar; orada doğmuşlar, orada büyümüşler. Babamın tarafı dışarı mahalle; annem içeri mahalleliymiş.

Kalenin içinde kalan kısma Kavala’da içeri mahalle derlermiş, dışarı mahalle diğer tarafı. Annem ilkokul 3’ten ayrılmak zorunda kalmış; babam idadiyi orada bitirmiş. Orada yerleşik, düzen içinde iyi bir yaşamları varmış. Fakat annem, babasını çok erken kaybetmiş. 5 kardeşlermiş, anneannem genç, evde iki görümce yaşlı bir amca. Hepsinin bakımı anneanneme kalmış, genç kadın 5 çocukla kalıvermiş. Paraları varmış ama yemek bulamamışlar, Balkan Savaşı sırasında anneannemin küçüklüğünde. Genç kadın, çarşafını giyer, yüzüne kömür sürermiş ki tanınmasın, tecavüze uğramasın, öldürülmesin diye. Gece vakti civardaki köylere gidermiş yürüyerek, oradan buğday, mısır ne bulabilirse, evdeki bu kadar kalabalık halkı beslemek zor” diyor. Tüzün’ün ailesinin paraları varmış ama gıda yokmuş. Açlık çekmişler. Tüzün, “Öyle gün oldu ki dermiş anneannem mısırın koçanını öğüttüm, una karıştırdım ekmek yaparken. Yani para var ama açlık çekmişler o dönemde, babamlar o kadar çekmemişler daha tabii başlarında erkek var, dedemin hanı varmış bir nevi otel, ona daha çok köylüler geliyor gidiyor, onlar orada sıkıntı çekmeden o günleri atlatmışlar ama annemin tarafı çok çekmiş” diyor. Savaşlar durulmuş sakin bir dönem başlamış ve annesiyle babası evlenmiş. Birbirlerini görmeden evlenen çift ilk düğün günü yüz yüze bakmış. Annesinin yaşı küçükmüş, Tüzün’ün ablası Kavala’da doğmuş. Sonra yine savaş, Kurtuluş Savaşı başlamış ve sonra mübadele yani zorunlu göç...

Tüzün, “Annem 8 aylık hamileyken mübadele için gelme zorunlulukları çıkmış. Önce İstanbul’a gelmeye niyetlenmişler, bütün denkler yapılmış getirebildiği kadar eşyaları (Annemler hiç Yunanca konuşmuyorlar, hep Türkçe konuşuyorlar. Babam biraz bilirdi, annem tabii evde kapalı oldukları için... Yunanca kelimeler bilirdi, bizimkiler Yunanca hiç konuşmamışlar orası çünkü Türk toprağıymış. Osmanlılar zamanında sonradan kaybedilmiş o topraklar.) evraklar filan hep İstanbul diye hazırlanmış, fakat tabii eski inançlar, dedem bir hocayı rüyaya, istihareye yatırmış ve sonra Samsun’da karar kılmışlar. Ve tarihiyle biliyorum şöyle; 5 Mart’ta Kavala’dan çıkmışlar, 5 Mart 1924 tarihinde. Annem dediğim gibi 8 aylık hamile...” Tüzün’in ağabeyi 7 Mart’ta bindikleri gemide dünyaya gelmiş. Haydarpaşa açıklarında demirleyen geminin doktoru doğumu yaptırmış. “Benim adımı koyun” diyen doktorun isteğiyle de ağabeyinin adı Recai olmuş. Tülin, “Annem hamile binmiş, ağabeyim kucakta bebek inmiş Samsun’a; ama nüfusunda Kavala yazar doğum yeri diye. 7’sinde İstanbul, zannediyorum 10’undaki uzun tabii... Giresun... Herkes Gülcemal’le gelmiştir genelde ama bizimkiler Giresun vapuruyla gelmişler, Samsun’a inmişler. Tabii yabancı bir şehir, uyum zorluğu çekmişler ama maddi zorluk fazla çekmemişler. Çünkü dedemin hanına mukabil Samsun’da bir otel vermişler, iki tane ev vermişler mallara karşılık.

İlk geldiklerinde iki gece orada, şu anda Gazi Kütüphanesi adıyla anılıyor, Samsun’da müze şeklinde Atatürk’ün de gelip kaldığı bir yer daha sonra... Bu mübadele sırasında Mantika Palas diye bir otelmiş orası, mübadilleri kısım kısım orada konaklatmışlar. Annemler orada kalmışlar, karantina mı veya evler belli olsun diye mi bilinmez. Ama iki gece fazla değil. İşler hallolmuş, tapularını almışlar, evler belli. Evlerden bir tanesine yerleşmişler, az buçuk bir eşya getirebilmişler tabii. Evlerin içinde de biraz eşya varmış, gidenler de çok eşya götürememişler” diyor. İklim değişik, memleket desen değil, uyum sorunu yaşayan aile, eski alışkanlıklarını yani Kavala’da ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam etmişler. Mesela eski alışkanlıklarla ilk sene makarna kesmişler, yufkalar yapılmış yani Kavala’da yaptıkları; orada sahil kasabası olmasına rağmen kuru bir iklim varmış yani çok rutubet yokmuş Kavala’da.

Burada her yaptıkları küflenmiş, o bile bir uyumsuzluk. Tüzün, “Tabii Atatürk’ün Türkiye’sine gelmişler, Kurtuluş Savaşı sonrası 1923’te Cumhuriyet kurulmuş bunlar 1924’te geliyor Cumhuriyet kurulduktan 6 ay sonra... Her şey daha modern, daha güzel olmaya dönmüş son birkaç sene. Mesela yeni yazı kursları, bu yeni yazı kabul edildikten sonra, devrimlerden sonra annem gitmiş çok meraklıydı, ‘Ben okusam çok iyi okurdum’ derdi hakikaten de doğru. Yeni yazıyı öğrenmiş, 101 yaşında vefat etti hâlâ gazete okurdu annem. Ağabeyim hâlâ yaşıyor şu an 94 yaşında...”