Son Bizans Kraliçesi

Bir “Bizans kraliçesi”ni canlandırdığı son filminin çekimlerini tamamlayan oyuncu Gonca Vuslateri, şu sıralarda şiir kitabının hazırlığı içinde. Ama çok da acele etmediğini söylüyor.

Evrim Altuğ

Yazar, senarist ve yönetmen Gani Müjde’nin yıl başında izleyeceğimiz son filminde bir ‘Bizans Kraliçesi’ni canlandıran aktris Gonca Vuslateri’yle, İstanbul Zekeriyaköy’de, önünden atların geçtiği, serin bir kafede sözleştik. Vuslateri, başta sevgili dostu, besteci Atilla Özdemiroğlu olmak üzere, diğer yakınlarıyla bizi bekliyordu. Fotoğraf için ‘güneşi’ de kaçırmamak adına bir masaya ilişip, hemen konuşmaya başladık. Sağ olsun, tüm içtenliğiyle yine karşımızdaydı, 30 yaşındaki şair, hayvan dostu ve radyo programcısı Vuslateri.

Cadılar Bayramı’nı kaçırmazdım

- Bu bayram gününde, bayramlıklarla ilişkinizle başlayalım mı söze?

Adana İncirlik’te yaşadığımız zaman, annemin bir terzilik geçmişi olduğu için, bütün bayramlıklarımızı o dikerdi. Singer dikiş makinesinden ‘emekli olup’ da onu artık kullanmamaya başladığı zaman, biz de çok fazla bayramlık almadık.

Bayramı çok da fazla masraf olarak görmezdik. Sadece babaannemin Hendek’teki evinde, bütün sülalece buluşur ve şarkılarla, türkülerle bahçede bayramı geçirirdik. O yüzden genelde hep bir ev hali içinde olurduk. Zaten orada bu şekilde bir kültür de yoktu, kendi içimizde yaşardık. Yani bayramlık, biraz da 1990’ların başı ve annemin terzilik yıllarıdır benim için.

Aslında babamın askerî görevi nedeniyle çok korunaklı bir yerde, Amerikan Hava Lojmanları’nda yaşadığımız için, izole bir hayatımız oldu. Bu hayatın içinde çok fazla lojmandan dışarı çıkmadığımız için, bayramı genel hatları ile kendi kültürünün içinde çok fazla yaşamadım.

Aslında babamın askerî görevi nedeniyle çok korunaklı bir yerde, Amerikan Hava Lojmanları’nda yaşadığımız için, izole bir hayatımız oldu. Bu hayatın içinde çok fazla lojmandan dışarı çıkmadığımız için, bayramı genel hatları ile kendi kültürünün içinde çok fazla yaşamadım.

- Gani Müjde filminin çekimleri Bulgaristan’da bitti bitiyor, biraz bilgi alabilir miyiz ?

Filmin adı ‘Game of Bizans’. Artık Gani onu neye çevirir bilemiyorum. Filmin hikâyesi güzel. Bir devam filmi değil. Gerçekten olağanüstü bir sette, büyük bir prodüksiyon ve iki yapım şirketini buluşturan kolektif bir iş oldu. Film çıkar ve beğenilir-beğenilmez bilemiyorum.

Neticede bu sinema ve sinema dünyasının kendi acımasızlığı içinde mutlaka değerlendirilecektir. Oyuncu için bir gerçek varsa o da, mutlu ve huzurlu olduğu alanlarda yaratabilen bir varlık oluşu. Ben de çok fazla sevgiyle çalışan bir mekanizmayım. Sette çok eğlendim. Çok da iyi oyuncular vardı. Kafamdaki tüm sorular cevaplandı. Filmde iktidarda bulunan bir Bizans kraliçesini oynuyorum.

Bu karakter, insanların başına açmaya çalıştığı belalardan bir biçimde de nasibini alabilecek bir baht dönüşümüne sahip. Bu süreci izlemek de çok keyifli. Filmdeki karakterler, yapımın finalinde de kendi bireysel kompozisyonlarını çizmiş oluyorlar. Bu yönüyle çok güzel yazılmış.

Şiir kitabı yolda

- Şairlik nasıl gidiyor ?

Bir buçuk ay süren film çekimleri bittikten sonra gelip ev taşıdım. Ağustos’ta ben de bir tatil yapacağım; derken ekim, hatta kasım ayını bile bulabilir, bu konuda çok rahatım. Editörüm Göksel Bekmezci ile birlikte inceliyoruz ve çok da iyi gidiyoruz. Ve bu temize çekme süreci o kadar iyi gidiyor ki, bir zaman kısıtlaması yapmadım. Hayata bir kere geliyorum dedim kendime ve yaya yaya, şiirlerimi istediğim gibi düzenlemek istiyorum.

- Çocuğunuza hangi ismi seçerdiniz ?

İki seçeneğim olurdu. Kız çocuklarım için Mora ve Aziz Nesin’in en sevdiğim hikâyesinden, Tülsü. ‘Tülsü’yü Sevmek’ hikâyesinden geliyor.

- Kaç defa taşındınız ?

Bir çok kez. Aynı yerde durrmayı çok sevmem. Şimdi çok gencim, evlilik yok, birşey yok, o yüzden semt değiştirmeyi seviyorum. Çok fazla mülkiyet duygum yok. Ev alırım, satarım, yurt dışına giderim, son paramı ona veririm, çünkü para benim için kariyer değildir; kariyer kendiniz olmaktır, kendi seçimlerinizin ardından gidebilmektir en başta. Biriktireyim de, 40 yıl sonra mutlu olayım gibi birşeyim yok sonuçta. Benim için çok değerli o 40 yıl. Kendimi tutsaklaştıramam.

Erkek zavallılığına tanık oldum

- Sizin için dünyadaki en büyük tehlike nedir ?

Sigara içmek herhalde. Dünyayı kendi kendine bu kadar zehirleyici bir mekanizma daha düşünemiyorum. Ben çok erken yaşta sigaraya başladım ve ailem bırakmam için çok çaba gösterdi, daha sonra 25 yaşıma geldiğimde, gerçekten göğüs ağrısı çekmeye başladım. Konservatuarda parça aralarında olsun, kitap okurken olsun, aşırı sigara tüketiyordum. Şimdi de ne hikmetse, müthiş bir soğukluk içindeyim. Şu anda herkesin oksijenine tecavüz eden sigaranın girdiği her yeri tacizkâr buluyorum. Benim için bir paketten bilerek çıkarılan bir adet sigara, en büyük silahlardan biri.

- Erkekler dünyaya sigara kadar zararlı mı ?

Dünya zaten sistematik olarak, hukuk, adalet gibi alanlarda erkek beyni üzerine kurulu biraz da. Bir erkek otoritesi kokusu seziyorsunuz zaten. Benim için erkek öyle bir yerde durmuyor. Kendini erkek cinsi olarak gören erkek zavallılığına tanık olduğum gibi, kadınlar için de aynına şahit olmuşluğum vardır. Sosyal konumlara göre Türkiye’de kadın ve erkek ilişkisini inceleyebiliriz: Ortada yıllarca süren hukuki dosyalar var. Keza giden çocukların ardından sahip olunacak hakların güvenilir bir standartta olması gerekiyor. Dünyanın belli yerlerinde böyle sıkıntılar var; bu durumdan yola çıkarak erkek olma olgusundan soğumuş bireyleri anlayışla karşılıyorum. Çünkü erkek, kas gücü olarak kadından teknik olarak bir nebze daha güçlüdür. Bir ülkede her şey yasal ve toplumsal olarak işlerin ne kadar sağlıklı yürüdüğüyle ilişkilidir neticede. İşler yeterince sağlıklı yürüyorsa, kimse birini ötekinden ayırmaz.

‘Benim adımı ver’ diyen ablalardan olmadım hiç

- Hangi kavrama daha yakınsınız, ‘yerli’ mi, ‘yabancı’ mı ?

Yabancı. Tıpkı Rembrandt’ın portreleri gibi, bir resmi gerçekten görebilmek için belli bir mesafeden ona bakmak gerekiyor. Bazı fırça darbeleri ve bazı renkleri görebilmek adına çok yakından bakarsanız resim bulanıklaşır. Oysa uzaktan baktığınızda o resmin kendi içindeki dağınıklığın neden süregeldiğini çok daha iyi anlıyorsunuz. ‘Aslında içeride çok fazla akıllı kimlik var ve bu bütünlüğün bu şekilde sağlanabilmesi için çalışıyorlar’ diyorsunuz. Ben bu duruma birazcık tablo gibi bakıyorum. İnsanın yeni olanı öğrenmeye karşı takındığı açıklık söz konusu olduğu için, ‘yabancı’ya daha yakınım. Çok şey bilmek istiyorum gibi bir talebin karşılığı ‘Hiç bir şey bilmiyorum,’ olunca, birazcık yabancılığı tercih ediyorsunuz. Yerli olmak benim için her zaman kendini garantiye almak, korkularını kabul edip gücün kendisinden faydalanmak gibi bir noktada oldu.

Mesafenin ekmeğini yedim

 Bu konuda anarşist olmadığım gibi, tam olarak da yerli oldum diyemeyeceğim. ‘Beni burada herkes tanır’ diyen bir kız olmadım hiçbir zaman, ‘beni hiç kimse bilmez,’ dedim. ‘Benim adımı ver sana indirim yapsın,’ diyen bir abla olmadım yani. Her zaman için söz konusu insanlıktır, bir indirim yapıver dedim. Beni tanısın tanımasın, fark etmeden. O iki yabancılaşmayı kabul ettikten sonra, madde ve insanlarla, ruhsal olanla ilişkilerimin daha sağlıklı olduğuna inandım. Bu andan sonra da, bana zarar vermek isteyen, eleştirisinde ağır olan biri olduğunda ise, kurduğum bu mesafenin her zaman ekmeğini yedim. Çünkü karşımdaki, bana istediğini söyleme konusunda o kadar özgür ki, ben de ona uzak olma konusunda o kadar özgürüm. Biz, bu mesafenin kontrolsüzce aşıldığı bir toprakta yaşadığımız için, bu yabancılaşma duygusu Türkiye’de çok uç taraflar yarattı. Halbuki bu gençlerin söylemeye çalıştığı, asiliğin nöbetini tutmak değil. Ben bir insanım. Ve yaşadığım yerde görevlerim var, bunu yerine getiriyorum. Yarın da, başka bir yerde olabilirim. Oyunculukta da durum aynı. Ama bunu tasavvufta da görmüyor muyuz ? İçimdeki gezginlik, ermişlikle bu saatten sonra ne diyeyim ki ? Yaş olmuş 30, ben dünyaya yerli biriyim mi diyeyim ?