Sinemanın Hâleleri

Korkunç İvan'ı ne Sinematek üyesiyken, ne sonrasında görme olanağım olduydu. Bir süredir etrafında dolaşıyordum Ayzenştayn'ın; kışın 'Cam' projesinin kitabını aldıktan sonra doğan ilgim sürüyor, fırsat çıkınca, Accatone'deki tek gösterim seansını yakaladım: İlkyarısı siyah-beyaz, ikinci yarısı renkli, üç saatlik bir film, kötü bir kopyadan ne yazık ki.

cumhuriyet.com.tr

1946'da tamamlanmış. Arka hikâyeye ulaşmak istiyorum, en ufak yan bilgiden yoksunum. Filimlerinin çoğunu tamamlayamamış, bunu kendisi mi düze çıkarmıştı?

Megalo bir kalkışım: Shakespeare Rus olsaydı' Oturmuş, The Tempest - King Lear ' II. Richard (ve belki bir iki oyun daha) üçgeninden safkan bir Rus Shakespeare'i yazmış. Bu düşüncem senaryoyu bağlıyor doğal olarak. İlk çar İvan üzerine bir kurmaca tarihsel portre denemesi de denilebilir, son çar Stalin üzerine, bence çok tehlikeli bir uyarlama denemesi de. Son sahne tüylerimi diken diken etmeye yetti: Yalta'da, Doğu Avrupa'dan Asya'ya yayılan SSCB imparatorluğunun en geniş haritası onaylanırken yapılmış Korkunç İvan.

Rusluk, bambaşka şey. Aidiyetin bunca koyusu azdır. Bütün milliyetçiliklerin komikliğe teğet uçları olur, Ruslarda ciddiyet ve aşırılık ürpertici boyutlarda. Ayzenştayn'da bir kozmopolit boyut var sanıyordum, özde yanıldığıma vardım: Önce ve yalnızca Rus olabilir o da. Dostoyevskiy'den Tarkovski'ye uzayıp giden çizgide.

Korkunç İvan'da mührünü gördüğüm Shakespeare, bütün entrika örgüsü ve yan motifleriyle Ayzenştayn'ı o tutsak etmiş. Kurosawa'nın, Greenaway'in başarılarıyla kıyaslanamaz buradaki sonuç, bana daha çok Oflazoğlu'nun Osmanlı Sarayı çıkışlı oyunlarını çağrıştıran bir uyarlama felsefesi gibi göründü yönetmeninki.

Sinema tarihçileri, eleştirmenleri pek bir ballandırırlar Edouard Tissé'nin görüntülerini; Orson Welles'in Yurttaş Kane'de Gregg Tolland ile ulaştığı dilsel kıvamla karşılaştırılası bir devrimcilik göremedim Korkunç İvan'da. Yer yer niyet var da, çok ender sonuç alınabilmiş - kötü kopya aldatmadıysa beni. Öte yandan, Prokofief'in müziğini de aşırı yüklemiş filmine Ayzenştayn: Sessiz sinemanın ardından, sesli sinemada sessizliğin yüceliğini fark edemedi belki de.

Beklenti çıtam oldukça yüksekteydi açıkçası, koltuğa oturduğumda. Kalktığımda, beklediğimi bulamamış olmak 'ton'umu etkiliyor herhalde. İvan'ın korkunçluğu, Rusya'yı öyle kurmasında değil, Putin'e kadar gelen çizginin ebesi olmasında. Ama asıl korkunç olan, filimde, Ayzenştayn'ın mesajı: Stalin'e bu kadar yanlış bir rol biçmek olur.

BB / MM / CC

BB'yi 1984'de yazmıştım, birkaç yıl geçti MM'yi kâğıda düştüm, bir de CC'yi yazmaya niyetliydim, olmadı: İtalyan kadını karmaşık bir figürden oluşuyordu kafamda; işin içine Anna Magnani'yi, Sylvana Mangano'yu, Sophia'yı, Antonioni nedeniyle Monica Vitti'yi karıştırıyordu imgelemim, toparlayamamıştım.

Meğer Moravia çoktan yapmışmış o işi: Kitapçıda bir bölümünü okudum CC'yle gerçekleştirdiği söyleşi kitabının, besbelli ağzının suyu akarak kalkışmıştı 'güzel' ile diyaloğa: CC'yi fazla mahçup buldum yanıtlarında, doğaldır, sonuç olarak onunkinden (güzelliğinden) yola çıkılmıştı.

'Güzel kadın' sorunu, bütünüyle özel nedenlerle de, zihnimde ayrıksı bir tabaka açmıştır, epey oyalandım orada. Sinema'nın 'güzel'i öncelikle bir imge sandığıdır, kolektif ölçülerle doldurulmuştur içi. Arkasına nasıl sokulunabilir, birebir o kadının kendisine değmek elde midir?

Bizde Türkân Şoray'a enikonu odaklanıldıydı, küçük bir antologya çıkabilir yazılanlardan. Efsunlu bulunmasına şaşmam ya, beni hiç çekmedi Sultan figürü: Alaturka ve taşralı bir güzellik anlayışı, üstüne üstlük ameliyatlı da! Benim gözümde, Türkiye'nin 'güzel kadın'ı Günseli Başar'dır, mağrur bir duruş. Gelgelelim, topluma 'mal olmamış' bir güzellik türüydü onunkisi, dar bir çevrenin ilgisini çekmekle kaldı.

'Güzel kadın', bir tragedya şahsiyeti adayı: Yaşlanması, güzelliğinin böylece, bir kısmını ya da bütününü yitirmesi kaçınılmaz. Çözümü CC gibi çekilerek korunmakta bulunanlar haklıydılar, kimbilir ne pahasına hesaplaşmışlardı aynalarıyla. Bir intikam timi gibi çalışır Zaman, o yüzlerde ve gövdelerde. Güzel bir kadın olarak yaşlanabilmiş Michèle Morgan'da bile. Rocco ve Kardeşleri'nin alımlı kadını Annie Girardot'nun çöküşündeki zalimlik ölçülecek gibi değildir.

Tanrım, ne yük - öte yandan. Taşınacak şey mi güzelliğin öylesi? CC yaşıyor, yedi-sekiz yıl önceydi, Les Deux Magots'da iki masa ötemde oturmuştu: Kalan neydi?

Akıllı kadınların daha iyi yaşlandıkları söylenir. Bu türden 'doğru'ları zorlama buluyorum ben. Güzellik, kadında ve erkekte (Delon'u düşünelim), kalıcı izler bıraksa da kalıcı olamaz. Şüphesiz, güzel yaşlanmalar olur; ama güzelliğin asıl kaynağı tazeliktir ve onu alıkoymanın tek yolu erken ölümdür.

CC'yi, görebildiğim kadarıyla Moravia pek çözememiş - bilmem bütün kitabı okumuş olsaydım, görüşüm değişir miydi?

CC'deki güzelliğin tarifsizliğini Sekiz Buçuk'un Fellini'sinden dinlemek ve görmek gerekir.