Sinemanın androjen starıydı
İdolleşmiş, evrensel, büyük rock-pop şahsiyet David Bowie, kendine özgü şarkıcılığımüzisyenliğinin yanı sıra o etkileyici fiziğiyle beyazperdede boy göstermişti.
Sungu Çapan10 Ocak’ta Açık Radyo’dan apansız David Bowie’nin öldüğünü duyunca öyle kalakaldım bir an, çünkü günün birinde ölebileceğini insanın hiç aklına getirmeyeceği türden, idolleşmiş, evrensel; büyük rockpop şahsiyetlerdendi o. Anısına, bugünlerde artık hep Bowie şarkıları çalar sanırım radyolar. 1970’lerden günümüze bizim kuşağı aslında çok etkilemişti Bowie, çoğu artık klasikleşmiş şarkıları, değişken sesi, besteleri ve müthiş dinamik sahnesi kadar çok çekici imajı ve androjen fiziğiyle ve sanatçı kişiliğiyle de kuşkusuz. 1970’lerde pop-rock müziğin gidişine yön veren apartman topuklu müzisyenler kuşağının önde gelenlerinden biriydi ama bütünüyle kendine özgü, farklı, hayal gücü geniş, sanatın değişik disiplinlerine de açık, biseksüel bir ‘yaratıcı’ydı o.
Dünyaya düşen adam
Nitekim kendine özgü şarkıcılığı- müzisyenliğinin yanı sıra o etkileyici fiziğiyle beyazperdede boy göstermesi de kaçınılmazdı tabii ki. Kamera karşısına geçtiği, hayranlarının da Bowie’yi doyasıya seyrettikleri, mesleğe kameraman olarak başlamış İngiliz yönetmen Nicholas Roeg’ün 1976 yapımı kült filmi ‘The Man Who Fell to Earth-Dünyaya Düşen Adam’, adeta Bowie’nin deneyimli bir aktör becerisiyle canlandırdığı o dünya dışı yaratıkla özdeşleşerek unutulmaz bir bilimkurgu klasiğine dönüştü zaman içinde. Kendi gezegenindeki ırkdaşlarıyla karısı ve çocuklarının susuzluktan ölmekte olduğu, yüksek zekâlı, saf, dupduru ama tuhaf bir yabancı olarak dünyaya gelip su ararken dünyalı kimliğine bürünüp gitgide insanlaşarak Amerikan kültürünün esiri olan bir uzaylıyı oynadığı ‘Dünyaya Düşen Adam’, sözcüklerle ifade edebilmenin kısmen yetersiz kaldığı, mutlaka görülmesi gereken bir filmdi kısacası; şaşırtıcı, çarpıcı görselliği ve vizyonuyla meraklısını acayip cezbeden, dahası her seyredenin zihnine nakşolan...
Sert bir kahraman
Sinema oyuncusu Bowie dendiğinde anımsadığım ikinci film, 1980’lerden ‘Merry Christmas Mr. Lawrence’. Japon usta Nagisa Oşima’nın Güney Afrikalı yazar Laurens Van Der Post’un ‘The Seed and The Sower’ adlı kitabından uyarladığı ve ilk kez İngilizce çektiği, ‘Furyo’ adıyla da bilinen ‘Merry Christmas Mr. Lawrence’, 2. Dünya Savaşı’nda Japon işgalindeki Cava’da bulunan Furyo esir kampındaki tutsak İngiliz askerleriyle zalim Japonlar arasında yaşananları anlatarak Doğu- Batı kıyaslaması yapan bir savaş dramıydı. Filmin bir başka ilginçliği, gaddar kamp komutanını ünlü Japon müzik starı Ryuişi Sakamoto’nun, dirençli tutsak İngiliz subayını da Bowie’nin oynamasıydı. Harika performanslar Kwai Nehri Köprüsü’nden Billy Wilder’ın Stalag 17’sine dek sinemada toplama kamplarındaki kaçış öyküleri üstüne yapılmış, seçkin filmlerin başarılı bir toplamı niteliğindeki bu ‘Furyo’dan (1983) harika performanslar kalmış aklımda, hiç olmadığı kadar erkeksi, sert bir kahraman rolündeki Bowie ve onunla aşık atan Sakamoto’nun performansları.
İz bıraktı
Bir başka ilginç Bowie filmi de yine 1980’lerden, birkaç yıl önce intihar etmiş yönetmen Tony Scott imzasını taşıyan ‘The Hunger (Açlık)’. Soylu vampir Miriam rolündeki Catherine Deneuve’ün 300 yıldır derin bir aşkla sevdiği ama aşırı yaşlanma hastalığından ölüveren kocası John rolündeydi Bowie ‘Açlık’ta. Vampirlik ağırlıklı konusunu bir korku öyküsünden çok bir peri masalı gibi anlatan bu biçimci, fantezi denemede, usta işi mekân düzenlemeleri, kadrajları, efektleri ve müziklerinin yanı sıra, John’dan sonra doktor Sarah’la (Susan Sarandon) yeni bir aşka yelken açan Miriam (C. Deneuve) arasındaki son derece erotik sevişme sahnesiyle John- Bowie’nin gerilimin tavana vurduğu o hastanedeki bekleyiş sahnesi iz bırakıyordu.