“Sinema, demokrasiye benzer”

56.Selanik Uluslararası Film Festivali’nde toplu gösterimi yapılan Fransız yönetmen Arnaud Desplechin, sinemayı demokrasiye benzeterek tüm filmlerin eşit olduğunu vurguladı.

Aslı Selçuk

56.Selanik Uluslararası Film Festivali, Arnaud Desplechin’in La vie des morts (1991], The Sentinel (1992), My Sex Life or How I Got an Argument (1996), Kings and Queen (2004), A Christmas Tale (2008), Jimmy P: Psychotherapy of a Plains Indian (2013), My Golden Years (2015) filmlerini etkinlikte gösterdi.

Yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni Arnaud Desplechin, eski filmlerinin restore edilip ilk kez Selanik’te gösterildiğinden ötürü duygulandığını, çok sevindiğini basın toplantısında belirtti, toplu gösterimini gerçekleştirdiği içinde festivalin yönetmeni Dimitri Eipides’e teşekkür etti.

İnsanın doğasını, aile ilişkilerini, karmaşık duyguları, sıradan insanları, keskin  ikilemleri yazınsal referanslar, insancıl öğeler ve mizah katarak anlatan Desplechin yıllar içinde aynı teknisyenler ve aktörlerle (Mathieu Amalric) çalışarak kendi ekibini kurmuş bir yaratıcı yönetmen. “Fransa büyük bir ülke değil, çok sayıda oyuncumuz yok. Yetenekli birine rastladığınız zaman onu bırakmak istemiyorsunuz. Mathieu bana 60’lardaki Marcello Mastroianni’yi anımsatıyor. İlk filmim La vie des Morts’u (Ölülerin Yaşamı) çekerken çok gergindim, sürekli kendi kendime bu benim ilk ve son filmim olacak diyordum.

Bir çok oyuncuyla çalışmayı özellikle istedim. Herkes az ama kaliteli oyuncu olsun der bense tam tersine setimde çok oyuncu olsun isterim. Farklı geçmişleri olan,sinema ya da tiyatro kökenli aktörleri beğenirim. Bu renkli kişilikleri  amatörlerle karıştırıp birlikte çalışmayı yeğlerim” diyen sinemacı ilk kez  sekiz yaşındayken yönetmen olmayı düşünmüş. “Ebeveynlerim sinefildi.

Taşralı bir ailenin çocuğuyum. Bana sorulduğunda IDHEC’te (Yüksek Sinematografik Eğitimler Enstitüsü) okumak istiyorum demem öğretilmişti. Evde sürekli sinema konuşulurdu, filmler tartışılırdı, bu yüzden sinemanın,  filmlerin çocukların dünyasına ait olduğunu düşünürdüm. Fransız ciddiyetliğiyle yetişkinlerin çocuklarla ilgili tartışmalar yaptığını sanırdım” diyen Desplechin film setinde çok ciddi olduğunu vurguladı.

“Sette işimi çok ciddiye alırım ama teknik ekibin, oyuncuların hoş vakit geçirmesini, eğlenmesini isterim. Onlar ne kadar eğlenirlerse izleyici de o denli güzel zaman geçirir. Film yaparken oyuncunun performansı için herşeyi feda ederim.  İzleyiciyi en fazla oyuncunun yorumu etkiler. Filmler oyuncularla varolurlar.

François Truffaut’nun “Senaryo da yazılı ise, çekilmeyecek demektir” sözünü çok severim. Senaryoda yazılı olan tüm prototipleri gözden çıkarabilirim” diyen yönetmen, Alfred Hitchcock’ın filmlerini on yaşında izlediğini, Marnie’nin onu çok etkilediğini irdeledi :”Ingmar Bergman’ın Persona’sı, Marnie. Bu filmlerde yetişkinlerin dünyası hem çok soğuk hem çok ürkütücü hem de çok  çekiciydi diyen Desplechin son üç–dört yıldır sinemanın gerçekliğe yöneldiğini çünkü Fransa’da politik konuşmaların, söylevlerin bittiğini bundan ötürü de filmlerin sosyal çatışmaları anlattığını belirtti.

Paris’teki terör saldırılarının ertesi günü 14 Kasım’da Selanik’te yaptığı ustalar sınıfında Arnaud Desplechin şunları söyledi: “Ben Paris’te yaşıyorum. Saldırılar daha dün oldu ve ben burada olduğum için kendimi tuhaf duyumsuyorum. Woody Allen’ın Hannah and Her Sisters (Hannah ve Kızkardeşleri) filmini  düşündüm. Allen’ın oynadığı karakter depresyonda, kendine yaşam, inanç,Tanrı ve intiharla ilgili sorular soruyor. Kendini öldürmeyi düşünürken bir sinemanın önüne geliyor. Perdede, gülünç şapkalar giymiş Marx Kardeşler’in dansettiğini görünce yaşamın anlamının bu görüntü olduğunu anlıyor. Bu komik, tümüyle soyut, geçici bir olgu, bunun yaşamın özü olduğunu düşünüyorum. Teröristlerin nefret ettiği eğlence, aşk ve cinsellik gibi  gereklidir”.

Kendi filmlerinde de eğlence, mizah bulunduğunu irdeleyen Desplechin “İzleyiciye sürpriz yapmayı isterim. gerçekliği bir düşünceye çevirmek sinemanın marifetidir. Film yapma süreci felsefeye benzer. Lumière Kardeşler, bir trenin istasyona girişini kaydederken ansızın gerçeklik mitolojik boyut kazandı.Bu boyut beni korkutmuyor, Eğlence, filmlerimin bir parçası”.

Her filminin farklı bir film olacağını düşünen yönetmen yine de izleyicinin onun sinemasını tanıdığını betimliyor. “Sürekli aynı oyuncularla çalışırım. Benim için çok değerlidirler. Son filmim My Golden Years’ta ilk kez genç oyuncularla çalıştım. Wes Anderson’un Moonrise Kingdom’da iki ergenle çalıştığını görünce –Bravo, yürekli bir seçim– dedim. Çok genç yaşta, 17 yaşındayken setlerde elektrikçi olarak bulundum. Günlük çekim sürecini iyi bildiğimden oyuncularımı da sıkmam. İzleyici de filmlerimi izlerken sıkılmaz. Oyuncularımı rahat ettiririm, Rolü önce ben oynayıp onlara gösteririm. Havuzdaki suyun sıcak ya da soğuk olduğuna önce ben bakarım”.

Eylül ayında ilk kez August Strindberg’in Baba oyununu Comédie–Française’de sahneleyen Arnaud Desplechin, sinemayla tiyatro arasındaki farkı şöyle tanımladı: “Sinemayla çocukken tanıştım ve çok sevdim. Tiyatro yetişkinler için bir sanat. Sinemaya giderken korunabiliyorsunuz, tiyatroda böyle bir korunma yok.

Benim için büyük bir deneyim olacağı için Strindberg’in oyununu yönetmeyi  kabul ettim. Fransızım, sinefilim, Amerikan sinemasını da seviyorum. Fransa’daki en devrimci sanatçılar Marcel Pagnol’la Marguerite Duras’dır, ikisi de tiyatro kökenlidir. Sinemayla tiyatro arasındaki etkileşim beni hep büyüler”.

Filmlerinin yapı ve dil açısından romanları, öyküleri anımsattığını vurgulayan Desplechin “Oniki yaşındayken okumaya, sinema bohem bir sanat olduğu için bohem bir yaşam sürmeye karar verdim. Ailemizdeki geleneğe göre hepimiz  onsekiz yaşında Proust okumaya başladık. Kardeşlerimden bir tek ben Proust okumadım. Film yönetmeni Philippe Garel bana şunu demişti başarısız bir ressam, başarısız bir yazarım–. Benimse böyle bir sorunum yok”.

Claude Lanzmann’ın bir filmiyle tüm yaşamının değiştiğini, oyunculu ya da oyuncusuz bir filmin sinema olduğunu, gerçek sinema, kurmaca ve belgesel arasında büyük farkların olmadığını da vurguladı.

“Ülkemde politik açıdan aktifim, özellikle sığınmacılık ve Calais’deki son olaylarla ilgiliyim. Sanatçılar, doktorlardan ya da itfaiyecilerden daha avantajlı değiller. Film yönetmeni olmakla toplumu ötekilerden daha iyi anlamıyorsunuz. Topluma ders vermek, vaaz vermek istemem. Bir vatandaş olarak benim dedüşüncelerim var, yönetmen olarak sessiz durmayı yeğlerim” diyen sinemacı Paris’teki terör saldırıları konusunda yönetmen olarak olayları değiştiremiyeceğini belirtti:”Yönetmenlik alçakgönüllülük gerektirir. Ordu, politikacılar, doktorlar olayları değiştirebilirler. Cerrahsanız birinin yaşamı size bağlı demektir.

Biz sanatçılar, yurttaşlar kategorisinin ilk sırasında yer almayız”.